NATO üye ülkeler Dış İşleri Bakanlığı toplantısı…
Güneş alev gibi yakıyor dışarıda, ter kokusuyla karışık bir deniz tuzu kokusu yükseliyor kaldırım taşlarından.
Ama burada, bu kutunun içinde... Hava buz gibi. Klima denilen o modern şey, dışarıdaki hayatı kusmuk gibi dışarıda bırakıp içeride camdan, metalden ve yalandan bir dünya yaratmış.
Balo salonuymuş. Evet, burası bir balo salonu. Ama dans edenler? Kuklalar. Telleri tepelerindeki görünmez birileri tarafından çekilen, ağzından önceden yazılmış kelimeler dökülen plastik kuklalar.
Kadehler pırıl pırıl, sanki yeni parlatılmış mezar taşları gibi. Kravatlar boyunlara sıkıca oturmuş, sanki hepsi kendi idam fermanını imzalamış da, yağlı urganı takmış gibi dolaşıyor ortada. Yüzler özenle seçilmiş. Cümleler de öyle. Her kelime tartılmış, ayıklanmış, sterilize edilmiş.
Konu ne? NATO Dışişleri Bakanları Barış görüşmeleri, Rusya – Ukrayna savaşı, Suriye’nin durumu.
Dünya dışarıda yanıyor. Çocuklar iskelete dönmüş, bombalar düşüyor kafalarına. Anneler ağlıyor, babalar küfrediyor sessizce.
Ama burada? Klima mükemmel ve arada bir parfümlü çalışıyor. Leylak, zambak ya da her neyse…
Bunlar "kriz yöneticileri"ymiş. Her biri kendi bataklığının en zeki kurbağası. El sıkışıyorlar. Gülüşüyorlar. Eller yapışkan. Sanki birbirlerinin ruhlarını emiyorlar. Anlaşılmaz belgeler imzalıyorlar. Üzerinde büyük harflerle "BARIŞ" yazıyor belki de.
Ne ironi ama. Barış...
Yüzlerindeki o sahte gülüş kadar gerçek.
Sonra ekrana bir dünya haritası yansıtılıyor. Üzerinde kırmızı noktalar var. Yaralar. Kan lekeleri. Savaş diyorlar buna. Görüyor musun, harita bile kan kusmuş. Ama tabii ki, esas sorun bu değil.
Gerçek kriz?
Kahve servisi gecikmiş. Bir garson titrek eliyle tepsiyi düşürecek neredeyse. İşte bu önemli. İşte bu gerçek. Bir fincan kahvenin yokluğu, binlerce cesetten daha elle tutulur.
Burası bir bara benziyor evet. Ama ucuz bir bar. Ruhsuz. Herkes içkisini yudumluyor. Yüzeyde dostça sohbetler. Boş laflar. Hava ağır, kullanılmış çorap gibi. Ama masanın altına bakmalı. Ayaklar. Bacaklar. Orada medeniyet bitiyor. Orada hayvanlık başlıyor. Ayaklar tekmeleşmeye başlamış bile. Sessiz bir savaş. Bölge savaşı. Kimin daha büyük silahının olduğu savaşı. Diplomasi buymuş. Zarif bir dans mı? Hayır. Kırık bir plak gibi takılı kalmış, detone bir müzik eşliğinde yapılan beceriksiz bir tepinme.
Sözde dünya sorunları çözülüyor. Hadi oradan!
Asıl mesele, hangi ülkenin hangi koltukta oturacağı. Sandalyeler... İktidarın sembolü. Daha rahat koltuk, daha büyük yalan.
Antalya'nın o boğucu, yapış yapış sıcağında bile, bu binanın içindeki o steril, yapay soğukluk iliklerine kadar işliyor insanın. Kemiklerini donduruyor.
Bir yanda, "stratejik ortaklık" diye mırıldanıyorlar. Ağızlarından salyalar akıyor güç kelimesini telaffuz ederken. Çarklar dönüyor. Kirli çarklar. Diğer yanda, uzakta bir yerlerde, duymak istemedikleri o yerde, çocuklar bombaların gölgesinde büyüyor. Gölge değil. Yıkıntının, ölümün gölgesi.
Ama burada, şampanya kadehleri havaya kalkıyor. Şıngırtı. Boş bir ses. Tıpkı konuşmaları gibi. Ray Ban'li adamlar kapıda beklerken, kaslı, ruhsuz bedenleriyle, içeride "barış" konuşuluyor. Kimi koruyor bu adamlar? İçeridekileri dışarıdaki gerçekten mi? Yoksa dışarıdakileri içerideki iğrençlikten mi? Kim bilir.
"Bir aptal akıllı gibi davranabilir, ama bir akıllı aptal gibi davranamaz."
Belki de bu yüzden bu otelin lobisindeki herkes akıllıları oynamakta bu kadar usta. Rollerini ezberlemişler. Yüzlerine maskeyi takmışlar. Ama maskenin altındaki boşluk? O da var mı? Yoksa sadece koca bir hiçlik mi?
O toplantı salonunun havası... Ağır. Küflü. Nefes almak zorlaşıyor. Sanki tüm o söylenmemiş yalanlar, tüm o dökülmüş kanlar havada asılı kalmış.
Evet, Antalya'da diplomasi yapılıyor. Bu parıltılı, buz gibi kutunun içinde. Ama dünya hâlâ aynı. Değişen bir şey yok. Rayından çıkmış bir tren gibi son hızla cehenneme gidiyor. Ve frenler? Onlar mı? O trenin hiçbir zaman freni olmadı ki. Sadece boşluk. Önünde uzanan dipsiz bir boşluk.
Ve bu adamlar, bu salondaki kuklalar, son düdüğü çalıyorlar. Kadeh tokuşturarak. Aptal aptal gülüşerek. Kirli çamaşırlar yıkanmadan, ruhlar temizlenmeden. Sadece yıkıntıya doğru bir yolculuk.
Ve ben buradayım. Yazıyorum. Bu pisliğin ortasında başka ne yapılabilir ki?
Başka ne kaldı? Hiçbir şey. Sadece kelimeler.
Serkan Yıldız / ENP
Not : Yazıların bilimsel, etik sorumlulukları yazarlara aittir. Yazıların içeriğinden ve kaynakların doğruluğundan yazarlar sorumludur.
Yorumlar
Kalan Karakter: