Türkiye, 5-7 Mayıs 2025’te PKK’nın sözde kongresinde aldığı fesih kararının gölgesinde tarihi bir dönemeçte.
Örgüt, kendini feshettiğini duyururken, sunduğu talepler ve söylemler, bir terör örgütünün sonu olmaktan çok, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısını, ulusal kimliğini ve tarihsel meşruiyetini sorgulayan bir manifesto niteliğinde.
“Terör değil, serhildan yaptık”,
“100 yıllık Kürt soykırımını önledik”,
“Lozan sorunların kaynağıdır”,
“1921 Anayasası’na dönülsün” ve “Kürt-Türk devleti kuralım” gibi ifadeler, PKK’nın yenilgisini bir zafer gibi sunma çabasını ve siyasi bir şantaja dönüştürme niyetini açıkça ortaya koyuyor.
Bu metin, sadece bir örgütün vedası değil, Türkiye’nin birliğini ve geleceğini tehdit eden bir ideolojik tuzaktır.
Hükümetin bu süreci “Terörsüz Türkiye” zaferi olarak sunma gayreti, milliyetçi kesimlerden ve milletten gelen tepkilerle çelişirken, muhalefetin tutumu ve uluslararası dinamikler, meselenin çok boyutlu bir kaosa gebe olduğunu gösteriyor.
Bu yazıda, PKK’nın fesih metninin anlamını, siyasi, ideolojik, jeopolitik, etik ve yasal boyutlarıyla ele alarak, Türkiye’nin bu kritik eşikte hangi ilkelerle hareket etmesi gerektiğini sorgulayacağım.
PKK’nın “soykırım önledik” söylemi, tarihsel bir çarpıtma ve provokasyonun ötesinde, Türkiye’yi uluslararası alanda köşeye sıkıştırma hamlesidir. Örgüt, 40 yılı aşkın süredir yürüttüğü silahlı eylemleri, bir halkın “öz savunması” olarak çerçeveleyerek, hem kendi tabanını konsolide etmeyi hem de küresel kamuoyunda meşruiyet kazanmayı hedefliyor.
Ancak bu iddia, çarpıcı bir çelişkiyi barındırıyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın, Türkiye lehine Ermeni soykırımı iddialarına mesafeli durarak jest yapması, uluslararası alanda Türkiye’nin tarihsel tezlerini dolaylı olarak destekleyen bir duruşken, PKK’nın “soykırım” retoriği, bu diplomatik kazanımları gölgeliyor.
Eğer PKK’nın iddia ettiği gibi bir “soykırım” tehlikesi varsa ve örgüt bunu engellemek için “meşru” bir hareketse, Türkiye neden bu söylemi kabul etsin? Daha da önemlisi, madem PKK’nın eylemleri “iyi niyetli bir hak arayışı”ydı, Türkiye Cumhuriyeti neden bu örgütü 1984’ten beri terör örgütü olarak tanımladı ve binlerce şehit pahasına mücadele etti? Bu sorular, PKK’nın söyleminin ne kadar temelsiz ve manipülatif olduğunu ortaya koyuyor. Örgütün, yenilgisini ideolojik bir zafer gibi sunma çabası, Türkiye’yi taviz vermeye zorlayan bir şantajdan ibaret.
Hükümetin, PKK’nın fesih kararını bir zafer olarak sunma stratejisi, kısa vadeli bir siyasi kazanım arayışı gibi görünebilir. Ancak bu söylem, örgütün taleplerinin ciddiyetini örtbas edemez.
Lozan Antlaşması’nı “sorunların kaynağı” olarak görmek, 1921 Anayasası’nı referans alarak özerklik talep etmek ve “Kürt-Türk devleti” önerisi, Türkiye’nin üniter yapısını ve anayasal düzenini doğrudan hedef alıyor.
Bu talepler, sadece PKK’nın ideolojik mirasını yeni oluşumlar aracılığıyla sürdürme niyetini değil, aynı zamanda devletin temel ilkelerini tartışmaya açma cesaretini de yansıtıyor.
Milliyetçi cephe ve geniş halk kesimleri, bu taleplere haklı bir öfkeyle tepki gösteriyor.
Çünkü bu, sadece bir terör örgütünün son sözleri değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine, yani ulus-devlet modeline bir meydan okuma. Hükümet, “terörü bitirdik” söylemiyle halkı ikna etmeye çalışsa da, bu taleplerin gölgesinde böyle bir zafer narasının inandırıcılığı zayıf. Dahası, bu süreçte alınacak yanlış bir karar, onarılması güç toplumsal ve siyasi yaralar açabilir.
Muhalefetin, özellikle CHP’nin tutumu, meselenin karmaşıklığını daha da artırıyor. CHP, “eşit yurttaşlık”, “hak ve hukuk” gibi söylemlerle sürece dolaylı destek verirken, PKK’nın taleplerine zemin hazırlayan DEM Parti ile aynı çizgide görünebiliyor.
Bu, Atatürk’ün partisi olmakla övünen bir yapı için derin bir çelişkidir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, üniter bir ulus-devlet olarak inşa edildi.
Lozan Antlaşması, bu devletin uluslararası meşruiyetinin temel taşıdır.
1921 Anayasası, geçici ve savaş koşullarına özgü bir belgeyken, 1924 Anayasası ve sonrası, ulusal birliğin çimentosu oldu.
PKK’nın talepleri, bu tarihsel mirası ve Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” ilkesini yanlış bulmak anlamına gelir.
“Atatürkçüyüm” diyerek Cumhuriyeti savunan bir partinin, bu taleplere dolaylı da olsa olur vermesi, sadece ideolojik bir sapma değil, aynı zamanda Türkiye’yi kaosa sürükleyecek bir hata olur.
CHP’nin bu süreçte Cumhur İttifakı ile aynı cephede buluşması, paradoksal olarak hem ittifaklar arası gerilimi artırır hem de devletin ulus-devlet yapısını tartışmaya açar.
Hangi ülke, “insan hakları” kisvesi altında kendi birliğini tehdit eden talepleri kabul eder? Suriye’de etnik ve mezhepsel bölünmenin yol açtığı kaos ortadayken, Türkiye’nin buna müsamaha göstermesi, akıl ve mantıkla bağdaşmaz.
Jeopolitik açıdan, PKK’nın fesih metni, uluslararası aktörlerin Türkiye’ye baskı aracı olarak kullanılabilir.
Örgütün “soykırım” ve “Lozan” söylemleri, Batı’daki bazı çevrelerin “Kürt sorunu” üzerinden Türkiye’yi reform yapmaya zorlama ajandasına hizmet edebilir.
ABD ve AB, geçmişte YPG gibi PKK bağlantılı yapıları destekleyerek bölgede vekil güçler oluşturdu.
PKK’nın feshi, bu yapıların yeni bir kılıf altında (örneğin, KCK veya başka bir oluşum) varlığını sürdürebileceği bir zemin yaratabilir.
Türkiye, bu süreçte hem iç kamuoyunu bir arada tutmalı hem de uluslararası alanda manipülasyonlara karşı uyanık olmalıdır.
Öcalan’ın serbest bırakılması gibi bir talep, sadece iç politikada değil, dış politikada da Türkiye’yi zayıflatabilir.
Suriye’deki iç savaş, bir ülkenin etnik bölünmeye müsamaha göstermesinin nelere mal olacağının canlı bir örneğidir.
Türkiye, bu dersi unutmamalı.
Etik ve yasal açıdan, PKK’nın taleplerine meşruiyet tanımak, yıllardır sürdürülen terörle mücadele ruhunu ve şehitlerin anısını hiçe saymak olur. Örgüt, binlerce masum insanın ölümüne, şehirlerin yıkımına ve toplumsal travmalara yol açtı. “Serhildan” söylemi, bu suçları örtbas etmeye çalışan bir kılıf. Türkiye Cumhuriyeti, anayasal düzeninde “terör örgütü” olarak tanımladığı bir yapının taleplerini müzakere konusu yaparsa, kendi hukuk sisteminin meşruiyetini sorgulatır. Dahası, bu, gelecekte başka ayrılıkçı hareketlere cesaret verebilir.
Hükümet yetkilileri ve sürece destek verenler, bu gerçeği göz ardı edemez. Bir ülkenin geleceği, kişisel veya partisel ajandalar uğruna riske atılamaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin ajandası, birlik, bağımsızlık ve ulusal egemenlik olmalıdır.
Felsefi olarak, bu mesele, bir milletin kimlik ve varlık mücadelesidir. Türkiye, farklı etnik ve kültürel unsurları bir arada tutan bir mozaik olsa da, bu mozaik “Türk milleti” kimliği altında birleşir.
PKK’nın “Kürt-Türk devleti” önerisi, bu birliği etnik temelde parçalamayı hedefler. Bir milletin birliği, ortak bir tarih, kültür ve gelecek vizyonuyla mümkün olur.
Bu vizyonu terk etmek, sadece devleti değil, milletin ruhunu da zedeler. Hükümet, muhalefet ve toplum, bu süreçte kısa vadeli kazanımlar yerine, uzun vadeli birliği öncelemeli.
Bu bağlamda, Biden’ın soykırım ifadesine kıyameti kopartıp kınayanlar ile Trump’ın soykırım ifadesini kullanmamasını Türkiye’nin gücüne bağlayanların, bugün PKK bildirisindeki ifadelere sessiz kalması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk milleti için derin bir tutarsızlık ve zaaf işaretidir.
Dün “soykırım” ifadesine karşı milli bir duruş sergileyenlerin, bugün PKK’nın “Kürt soykırımı” ve “Lozan’ı sorgulama” gibi söylemlerine tepkisiz kalması, devletin tarihsel tezlerine ve ulusal birliğine gölge düşürür.
Bu sessizlik, sadece bir çifte standart değil, aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası alanda manipülasyonlara açık hale gelmesine zemin hazırlar. Türk milleti, bu tür söylemlere karşı birleşik bir duruş sergilemezse, devletin temel ilkeleri tartışmaya açılır ve toplumsal güven zedelenir.
Bu, sadece bir siyasi mesele değil, aynı zamanda bir milletin onur ve haysiyet meselesidir.
Sonuç olarak, PKK’nın fesih metni, bir son değil, yeni bir başlangıçtır; ancak bu başlangıç, Türkiye için bir tuzak olabilir.
Örgütün talepleri, devletin temel ilkelerine meydan okurken, hükümetin zafer söylemi, bu taleplerin ciddiyetini gölgeliyor. CHP’nin süreci destekleyen tutumu, ideolojik bir çelişki yaratırken, milliyetçi kesimlerin tepkisi, toplumsal gerilimi artırabilir. Jeopolitik riskler, etik ve yasal sorunlar, bu sürecin ne kadar hassas olduğunu gösteriyor. Türkiye, bu kritik eşikte akılcı, şeffaf ve kararlı bir duruş sergilemelidir.
Hükümet ve destekçiler, kendi ajandalarını değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin ajandasını öncelemeli.
Çünkü bir milletin geleceği, onarılması mümkün olmayan kararlarla oynanamayacak kadar kıymetlidir.
Bu süreç, sadece bir terör örgütünün sonu değil, aynı zamanda Türkiye’nin birliğini ve bağımsızlığını koruma sınavıdır.
Bu sınavda, tarih ve millet, hata affetmez.
Şükriye Akkoç/ ENP
Yorumlar
Kalan Karakter: