Sevgili okurlar,
Türkiye, bir kez daha nefesini tutmuş, geleceğini şekillendirecek bir kavşağa bakıyor. İsmail Saymaz’ın son açıklamaları, sadece siyasetin koridorlarında değil, sokaklarda, evlerimizde, yüreklerimizde yankılanıyor.
Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı adaylığı için anayasal manevralar ve İmralı Süreci’nde DEM Parti’nin talepleriyle bağlantılı düzenlemeler konuşuluyor.
Bu yazıda, sizlerle bu karmaşık tabloyu samimi, objektif ama bir o kadar da sorgulayıcı bir şekilde konuşmak istiyorum.
Çünkü mesele sadece liderlerin ya da partilerin ajandaları değil; bu, hepimizin vatanı, hepimizin geleceği. Soru şu: İstikrar ve demokrasi, Erdoğan’ın tekrar aday olmasının yolunu açmaktan ve DEM Parti’nin taleplerini kayıtsız şartsız kabul etmekten mi geçiyor?
Yoksa bu, Türk milletinin iradesini hiçe sayan bir tuzak mı?
Saymaz’ın aktardığına göre, Erdoğan’ın yeniden adaylığı için iki senaryo masada. İlki, mevcut “cumhurbaşkanı” sıfatı korunarak, anayasada öngörülen iki dönem sınırının bir kereliğine, 360 vekil şartı aranmadan, Erdoğan’a ek bir dönem hakkı tanınması. İkincisi, “cumhurbaşkanı” yerine “başkan” sıfatı getirilerek sistemin sıfırlanması ve Erdoğan’a yeniden iki dönem adaylık fırsatı verilmesi.
Bu öneriler, hukuki birer formül gibi görünse de, özünde Erdoğan’ın siyasi ömrünü uzatma çabasını yansıtıyor. Anayasa, bir kişinin en fazla iki kez cumhurbaşkanı seçilebileceğini söylüyor.
Erdoğan, 2014 ve 2018’de bu hakkını kullandı; 2023’teki adaylığı ise “sistem değişikliği” argümanıyla tartışmalı bir şekilde kabul edildi.
Şimdi, yeni anayasa tartışmalarıyla bu sınırlar yeniden çizilmek isteniyor. Ama bu, sadece bir hukuk meselesi değil; Türkiye’nin demokrasi anlayışının, istikrar arayışının ve toplumsal ruhunun bir sınavı.
Peki, bu anayasal manevralar nasıl mümkün olacak? Cumhur İttifakı’nın 321 vekili var; anayasa değişikliği için gereken 360 vekil sayısına ulaşmak için muhalefetten destek şart. CHP ve İYİ Parti, Erdoğan’ın adaylığına kapıyı kapattı. Geriye, DEM Parti kalıyor. İşte burada, işin düğümü çözülüyor gibi görünüyor, ama aynı zamanda bir tuzak ihtimali beliriyor. Saymaz, İmralı Süreci’nde çarpıcı adımlardan bahsediyor: PKK’lılar için geniş bir infaz düzenlemesi, Öcalan’a “umut hakkı” tanınması, İmralı’daki tecridin kaldırılması, hatta Öcalan için ev düzenlemesi veya sekreterya hizmeti.
Bahçeli’nin “Öcalan, örgütü lağvet, Meclis’te konuş” çağrısı, bu süreci ateşledi. DEM Parti’nin talepleri ise net: Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, Kürt sorununa anayasal çözümler, anadilde eğitim, yerel yönetimlerin özerkliği.
Bu talepler, Türkiye’nin üniter yapısını ve ulus devlet kimliğini sorgulatan, tarihini tartışmaya açan bir çerçeve sunuyor.
Soru şu: Erdoğan’ın adaylığı için DEM Parti’nin vekil desteği mi gerekiyor? Ve bu destek, Türk milletinin iradesini gölgede bırakacak bir pazarlıkla mı sağlanacak?
Sevgili okurlar, burada durup düşünelim. İstikrar ve demokrasi, bir liderin siyasi ömrünü uzatmak ve bir partinin taleplerini kayıtsız şartsız kabul etmekle mi sağlanır?
Demokrasi, bir milletin ortak iradesini merkeze alır; birkaç aktörün ajandasını değil.
DEM Parti’nin talepleri, Kürt seçmenin haklı taleplerini yansıtıyor olabilir; ama bu talepler, Türkiye’nin üniter yapısını tahrip edecek, tarihini sorgulatacak bir boyuta vardığında, “çözüm” değil, “tuzak” olarak algılanabilir.
Hükümet, bu süreci “toplumsal barış” ve “terörle mücadele zaferi” olarak sunuyor. Ama milliyetçi tabanda, hatta MHP’nin kendi seçmeninde bile rahatsızlık büyüyor.
İYİ Parti, bu adımları “terör örgütüne meşruiyet sağlama” olarak görüyor. CHP, “anayasaya karşı hile” uyarısı yapıyor.
Toplumun bir kesimi “barış için risk alınmalı” derken, diğer kesimi “vatan bölünüyor” korkusuyla öfkeli. Bu kutuplaşma, istikrar değil, daha derin bir bölünme getirmez mi?
Jeopolitik açıdan bakalım.
Türkiye, Ortadoğu’nun kaosunda, NATO-Rusya geriliminde, enerji koridorlarında kilit bir ülke. İçerideki istikrar, sadece bizim için değil, küresel aktörler için de kritik.
Ama bu istikrar, Türk milletinin ortak iradesiyle mi sağlanacak, yoksa birkaç siyasi aktörün pazarlıklarıyla mı?
DEM Parti’nin talepleri, sadece iç mesele değil; Suriye ve Irak’taki Kürt hareketleriyle, ABD ve Avrupa’nın bölge planlarıyla da bağlantılı.
Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, PKK’nın silah bırakması gibi adımlar, teoride “terör sorununu bitirebilir.” Ama pratikte, Kandil’in “dört maddelik çözüm şartları” gibi talepleri, Türkiye’yi federatif bir yapıya zorlayabilir.
Bu, sadece iç barışı değil, jeopolitik dengeleri de sarsar.
Sosyolojik ve psikolojik olarak, toplum yorgun. Yıllardır süren terör, ekonomik kriz, kutuplaşma, umutları törpüledi.
Hükümetin “barış” ve “istikrar” vaadi, bu yorgunluğa hitap ediyor.
Ama Öcalan’a “umut hakkı” veya infaz düzenlemesi gibi adımlar, milyonlarca şehidin ailesinde, gazilerde, Türk bayrağı için canını ortaya koyanlarda derin bir yara açabilir. “Başkan” sıfatıyla Erdoğan’ın adaylığı, muhafazakâr tabanda “güçlü lider” algısını pekiştirebilir; ama seküler kesimlerde “diktatörlük” korkusunu büyütebilir.
Bu, bir milletin ruhunu birleştiren değil, bölen bir tablo yaratmaz mı?
Yasal açıdan, iş daha da karmaşık.
Anayasa değişikliği için 360 vekil zor; referandum bile riskli. Erken seçimle Erdoğan’ın adaylığı denenebilir, ama bu, hukuki tartışmaları alevlendirir. Anayasa hukukçuları, mevcut durumda Erdoğan’ın üçüncü kez aday olamayacağını söylüyor. “Başkan” sıfatı gibi formüller, “anayasaya karşı hile” olarak görülebilir. İnfaz düzenlemesi ve “umut hakkı” için ise TBMM’de yasa teklifleri gerekecek.
Ama bu teklifler, muhalefetin ve kamuoyunun tepkisiyle karşılaşacak. Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, Adalet Bakanlığı ve MİT’in yetkisinde; ama bu, kamuoyunda “af” algısı yaratır ve toplumsal öfkeyi tetikleyebilir.
Siyasi ve ideolojik olarak, bu süreç bir satranç tahtası. Hükümet, Erdoğan’ın liderliğini sürdürmeyi, Kürt meselesinde “çözüm” iddiasıyla tarihi bir zafer kazanmayı ve yeni anayasayla sistemi dizayn etmeyi hedefliyor. Ama bu, milliyetçi tabanla Kürt seçmen arasında ince bir ipte yürümek demek.
DEM Parti, kendi ajandasını dayatırken, Türk milletinin ortak iradesini yok sayarsa, bu “çözüm” değil, yeni bir kriz olur.
Demokrasi, bir grubun taleplerini diğerine empoze etmek değil; herkesin sesini duymaktır. İstikrar, bir liderin ya da bir partinin değil, milletin tamamının kararlarının merkeze alınmasıyla mümkündür.
Edebi bir notla bitirelim.
Bu topraklar, asırlardır umudun ve acının, birliğin ve ayrılığın hikayesini yazıyor.
Bugün, bir kalemle değil, bir milletin iradesiyle yazılacak yeni bir sayfa önümüzde. Ama bu sayfada ne yazacak?
Bir liderin hırsı mı, bir partinin ajandası mı, yoksa bir milletin ortak hayali mi?
Sevgili okurlar, demokrasi, birilerinin değil, hepimizin demokrasisi olmalı. İstikrar, tuzaklarla değil, adaletle gelir.
Soru şu: Biz, bu kader anında, neyi savunuyoruz?
Kendi ajandalarından başka seçenek sunmayan “çözüm” paketlerini mi, yoksa Türk milletinin birliğini, iradesini mi?
Bu, sadece bir siyasi mesele değil; bu, vatan sevgimizin, tarihimizin, geleceğimizin sınavı.
Şükriye Akkoç / ENP
Yorumlar
Kalan Karakter: