Yaşamın nasıl başladığı henüz çözümlenmemiş olsada, 4,6 milyar yıl yaşında olduğu düşünülen dünyamızın, bizden önceki devirlere ya da medeniyetlere ait yaşamı merak konusudur. Bilim insanlarınca süren arkeolojik kazılarda, mağaralarda, buzullarda bulunan ilkel insan ya da hayvan formları veya türleri, resmedilen canlı figürleri, taşlar ya da kayaçlar arasında sıkışıp kalan fosiller, kaplar içinde bulunan tohumlar…Göbeklitepe gibi ezberleri bozan keşifler göstermiştir ki, termodinamiğin; “yoktan var edilemez veya var olan yok edilemez, ancak bir formdan diğerine dönüşür” (A. L. de Lavoisier) yasasını doğrular niteliktedir. Bu bağlamda insanlığı büyük bir yok(!) oluşa doğru eviren, yeni bir jeolojik zamana götürmeye hazırlayan kritik sürece girildiği gerçeği özelinde kirlilik, bozulan doğal denge, afetler, küresel azot döngüsü, kontrol altına alınamayan sera gazları ile artan dünya nüfusu ve Kuzey Kutbunda 2 derecelik bir sıcaklık yükselmesine karşın Güney Kutbunun soğumaya devam ettiği iddiası, iklim değişikliğinin önceliklendirmesini sağlamış ve müdahale edilmesi de kaçınılmaz hale gelmiştir.
Dünyamız, güneş sistemindeki güneş, kendisi dışında kalan yedi gezegen, beş cüce gezegen yüzlerce uydu ve binlerce asteroid ile kuyruklu yıldız içerisinde yer alır. Süpernova adı verilen bir yıldız patlaması sonrası oluşan toz ve gaz bulutları ile bugün içine dahil olduğumuz sisteminin oluştuğu, şok dalgasının etkisi ile çöktüğü, hidrojen ve helyum gibi çeşitli gazların varlığında ve yer çekiminin etkisi ile de ilk güneşin ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Güneş Sisteminin ilk başlarda çok sıcak olduğu akabinde soğumanın gerçekleştiği düşünülmektedir. Yeryüzüne ait okyonuslar, volkanik dağlar..kıtalar en son aşamayı temsil etmektedir ve Merkür, Venüs ile Mars'ında dünyamız gibi güneşe en yakın noktalarda olması sebebiyle karasal bir yapıya sahip olduğu bilinmektedir.
Yaşam Nasıl Başladı?
Kimyager Stanley Miller ve Harold C. Urey 1952-1953 yılında Chicago Üniversitesi'nde Biyokimyac Alexander Oparin ve Fizyolog JBS Haldane'nin fikirlerinden esinlenerek kendi tasarladıkları, sonrasında da defalarca tekrar edilen bir dizi çalışma başlattı. Çalışma, amino asitler ve şekerler gibi organik moleküllerin, düşük seviyelerde serbest oksijen içeren bir atmosfer ortamında harici bir enerji kaynağı tarafından etki edildiğinde abiyojenik (cansız) olarak da canlı yaşamının var olmuş olabileceği temeline dayandırılmıştır. Tekrar eden deneyler her canlı organizmada bulunan proteinleri oluşturan amino asitlerin tanımlanması ile sonuçlanmıştır. Bu bağlamda İslam inancının temel kitabı olan Kuranda da
“Sizi o Arzdan yarattık, yine sizi ona iade edeceğiz hem de ondan sizi diğer bir def'a daha çıkaracağız.”
Ta-Ha 55. ayeti ile bilimin peşine düştüğü biyotik varlığın abiyotik kökenine dair atıfta bulunduğu görülmektedir.
Dünya, ortalama 250 milyon yıl kadar önce bugünkü halinden çok farklı “Pangea” adı verilen tek bir süper kıta olduğu ve ortalama 100 milyon yıl kadar önce parçalanmaya başladığı görüşü bulunmaktadır. Bu görüşü savunanlar Afrika ve Amerika’nın ilk ayrılan kıtalar olduğunu düşünürken, volkanik patlamaların ve depremlerin tetikleyici birer unsur olduğunu ortaya atmaktadır.
Kimyager James Lovelock tarafından 1970’lerde ortaya atılan ve Mikrobiyolog Lynn Margulis ile ortaklaşa geliştirdiği “Gaia Hipotezi”nde, dünya'daki tüm organizmaların ve organik çevrelerinin, bitki üzerindeki yaşam koşullarını koruyan tek ve kendi kendini düzenleyen karmaşık bir sistem oluşturmak için bir araya geldiğini öne sürülmüştür. Bir başka deyişle bu hipotez, biyosferin, hidrosferin, litosferin,..pedosferin birbirine sıkı sıkıya bağlı olarak ve yaşam formları evriminin küresel sıcaklık, okyanus tuzluluğu, atmosferdeki oksijen ve tercih edilen bir homeostazdaki yani hücre dışında gelişen olaylar karşısında hücrenin verdiği tepkiyi diğer yaşanabilirlik faktörlerinin istikrarına nasıl katkıda bulunduğu temelinde gözlemlere odaklanmıştır. Bu bağlamda dünyada atmosferi oluşturan %78,09 azot, %20.95 oksijen, %0,93 argon, %0,0039 karbondioksit ve az bir miktardaki metan dahil diğer gazlar sabit kaldığı, güneşin sağladığı enerjinin %25-30 oranında arttığı, okyonus tuzluluğunun ise %3,4 sabit kaldığı varsayılmıştır. Bu sabit ve değişken unsurların yaşamın başlangıcının temellerini attığı söylenebilir.
İlk İnsan Ne Zamandır Var?
Dinamik olan dünya ve canlıları arasında yer alan yüksek bir primat olan insanın en ilkel formu sayılabilen hominidler, MÖ 7 milyon yıl kadar önce var olmuş olabileceği, Homo türüne ait olan bizlerin atasının ise 2,5 milyon yıl kadar önce var olduğu saptanmıştır. Homo sapiens'in yani ilk insanın kanıtlarını MÖ 300 bin yıl önce Afrika kıtasında arayan bilim dünyası, insanın burada evrimleştiğini de varsayılmaktadır. Oysa Avrupa ve Batı Asya'da Homo neandertalensis, Doğu Asya'da Homo erectus, Endonezya'nın Java adasında Homo soloensis ve Flores adasında Homo floresiensis, Sibirya'da Homo denisova, Doğu Afrika'da Homo rudolfensis ve Homo ergaster adı verilen kimisi beyaz kimisi koyu tenli, kimi cüce kimisi dev boyutlarda olduğu ileri sürülen türler yer almaktadır. Kesin bir varoluş bilgisi olmasa da o devrin insanlarının, avcı toplayıcı yaşam sürmesi, zorlu coğrafi koşullara maruz kalması, hava ve iklimsel değişikliklere adaptasyon sorunu, çeşitli afetlerle karşı karşıya kalması, vahşi hayvanların tehdidi gibi birçok unsur sebebiyle yaşam sürelerinin kısa olduğu düşünülmektedir ve bazı türler için bir yok oluştan bahsedilmektedir. Doğal bir sonuç olarak da dünya üzerinde bugün 8 milyarı geçen insan nüfusundan farklı olarak o dönemlerde insan azınlıkta kabul edilmektedir.
İnsan Varlığını Nasıl Korudu?
Pangea'nın ayrılan her bir parçasında bulunan Homo türleri 300 bin yıl önce aydınlatma, ısıtma ve silah olarak ateşi kullanırken, topladığı ya da avladığı çok az gıdayı da pişirdiği bilinmektedir. Pişen gıdalar kimyasal değişikliğe uğradığı gibi bazı parazitleri de yok edip sindirimi kolaylaştırmaktadır. Parazit kaynaklı hastalık ve ölümleri önlediği düşünüldüğünde ise önceki nesillere göre daha fazla hayatta kaldığı sonucuna varılabilmektedir. Türlerin Kökeni kitabında Darwin'in, “kalıtsal farklılaşmaların farklı biçimlerde yeniden üremesi” olarak kaydettiği doğal seçilim bir başka hayatta kalma stratejisini açıklamaktadır. Bu bağlamda “Irk Karışımı Teorisi” (cinsel birliktelikler) ve “Yerine Geçme Teorisi” ( soykırım) örnek olarak verilebilmektedir. Ve elbette 70 bin yıl öncesinde başlayan “Bilişsel Devrim” ile 12 bin yıl öncesine kadar giden “Tarım Devrimi” insanın varlığını korumasında bir diğer etken kabul edilebilmektedir.
Tarım yapmadan önce hayvanları evcilten, alet kullanan, kap kacak yapmaya başlayan, ateşi kontrol eden insan, doğada yaptığı gözlemlerinden yola çıkarak yine doğada var olan ve yenebilir kabul ettiği en iyi sebze, tahıl veya meyveleri tüketmekle kalmayıp kısa mesafelerden uzun mesafelere kadar yolculuğunda da yanında taşımaya başlamıştır. Ne var ki şu veya bu alana o tohumları ekmeksi, ektiğini de hasat etmesiyle insanın “Tarım Devrimini” gerçekleştirdiği kabul edilmektedir. Farkında olmadan istilacı türlerin yayılmasını ya da biyoçeşitliliğin artmasını/azalmasını sağlamış olduğu gerçeği de su götürmez bir gerçekliktir. Bu bağlamda Tarım Devrimi aslında bitki ve hayvan ıslahının temellerini, günümüzde tüketilebilir kabul edilen 7 bin tür gıdanın birçoğunun farklı coğrafyalara yayılmasını ve kültürünün yapılmasının da temelini oluşturmuştur. Bitki ve hayvanın evrimini de sağlayan bu süreçte insanın Afrika'dan ziyade medeniyetlerin beşiği olan Anadolu coğrafyasında “Bereketli Hilal” adı verilen Fırat ve Dicle nehirlerini içine alan bölgede medeniyetini kurduğu ve yerleşik hayata geçtiğine dair izlere ulaşılmıştır. Ancak Göbeklitepe’nin 1995 yılında keşfiyle birlikte bu ezberler bozulmuş ve insanın “Tarım Devrimi” ile paralel olarak yerleşik bir düzene geçmediği yine Avcı-Toplayıcı ya da “Yarı Göçebe” olarak hayatını sürdürdüğü tespit edilmiştir. Bu da insanın bitkileri evciltmeden çok önce neden köpeği evciltmiş olabileceğini açıklamaktadır. Köpek ile insanın bağı ya da dostluğu 15 bin yıl kadar önceye dayanmaktadır, insan ile aynı tür besinleri tüketmekte olan köpek, alan korumacıdır ve hayatta kalma mücadelesinde insanın çevresinde tehdit kabul ettiği her canlıya karşı saldırganlık göstermektedir. Günümüzde saldırgan ve tahripkar olan en büyük türün insan olduğu kabul edilirse evcil etmediğimiz hayvan kalmadığı, yapılan çalışmalar ışığında yaban hayatının olmadığı yönünde verilerle desteklemektedir.
Sonuç olarak dünyanın var oluşundan bugüne kadar geçen süre zarfında yer kürenin defalarca değişikliklere uğradığı, bazı türler yok olurken bazı yeni türlerin türleşme ile var olduğu kabul edilmektedir. Son yıllarda “Sanayi Devrimi”nin etkisiyle artan sera gazları kaynaklı atmosferik değişikler, küresel ısınma akabinde iklim değişikliği, ani değişen hava koşullarını azınlık değil ezici çoğunluk olan insan faktörüyle öne çıkmıştır. Yaşanan sel baskınları, depremler, yangınlar…kuraklık ve salgın hastalıklar biyoçeşitliliği tehdit ederken insanın temiz suya erişimini ve gıda güvenliğini de sorgulamaya sebep olmaktadır. Bu bağlamda yüzyıllardır evrimi devam eden Homo sapiens sapiens'in ise tek kalan insan türü olması ciddi bir problem kabul edilip ona göre tedbirler alınmalıdır.
N. Aydemir 27 Mayıs 2025 - Denizli / ENP
Kaynaklar :
https://science.nasa.gov
https://news.uchicago.edu
https://www.science.org/doi/10.1126/science.117.3046.528
https://www.britannica.com
Lovelock, James. The Vanishing Face of Gaia. Basic Books, 2009, p. 255. ISBN 978-0-465-01549-8
https://humanorigins.si.edu
https://www.fao.org/newsroom/story/The-plants-that-feed-the-world/en
Luke O’NEİL, Hümonoloji (İnsan Bilim), Raskolnikov Kitap, 1. Basım Kasım 2020-İstanbul
Yuval Noah HARRARİ , Sapiens, Kolektif Kitap, 60.Baskı Eylül 2021- İstanbul
Francisco J. AYALA, Evrim, Aylak Kitap, 1.Baskı, Ocak 2014–Ankara
Jared DİAMOND, Üçüncü Şempanze İnsan Türünün Evrimi ve Geleceği, Pegasus Yayınları 1.Baskı Ocak 2020
Yorumlar
Kalan Karakter: