Ankara’da mukim ve benim de zaman zaman davet edildiğim bir kitap okuma grubu bulunmaktadır. Bu arkadaşlarımız “insana ilişkin her fenomene dair” okumalar yapmaktadırlar. Bu arkadaşlarımız usulü ise şöyledir: Bir hafta boyunca haftanın konusu olan söz konusu kitap mütalaa edilmekte ve Cuma günü Akşam Namazı vaktinden sonraysa söz konusu kitabın değerlendirilmesi yapılmaktadır. Eğer kitabın yazarı yaşıyorsa bu durumda yazarının kendisi davet ediliyor eğer bu mümkün değilse bu alanda temayüz etmiş bir bilim veya düşünce insanı davet edilerek o kişinin huzurunda kitabın kritiği (eleştiri ve değerlendirilmesi) yapılmaktadır.
Bu döngü, yıllardır devam etmektedir. Kurban Bayramından önceki haftanın konusu “Paradigmanın İflası” adlı kitaptı. Fakat yazarının davet edilmesinde gayr-i iradi bazı sorunlar yaşandığı için mezkur kitabın değerlendirilmesi o hafta yapılamamış ve müzakeresi dün akşama kalmıştı. Ve Fikret Başkaya bu değerlendirme toplantısının baş konuğu olarak artık aramızdaydı. Önceden var olan usul gereğince toplantı iki aşamadan oluşuyordu: Önce kitap, mütalaa grubunun üyeleri ve ben yani konuk katılımcı tarafından “Paradigmanın İflası” ndan ne anladığımızı ve bize çarpıcı gelen yönlerini beyan ederek, yapmış olduğumuz çıkarım ve kritiklerin yazarın kabulüne sunduk. Bunları dikkatle dinleyen Başkaya, kitabın yazarı olarak “evet, kitapta ileri sürdüğüm düşüncelerim (sizce) tam anlaşılmıştır” dedikten sonra (veya “şurası eksik veya yanlış anlaşılmıştır” deyip düzelttikten sonra) kitaptaki fikirlerin eleştirisine geçildi. Bu safha oldukça verimli ve feyizli geçti. Burada takip edilen yöntemin özü şu idi: Yanlış anladığın bir metnin doğru eleştirisini yapamazsın.
Söz sırası Fikret Başkaya geçtikten sonra hoca, 85 yaşına karşın üç saat boyunca yöneltilen sorulara kendi cevaplarını ve rasyonel gerekçeleriyle ortaya koydu. Ve hoca bunları yaparken de oldukça göz kamaştırıcıydı doğrusu.
Fikirleri ve düşünce metodu ayrı bir tartışmanın konusu olmakla birlikte kişilik olarak Fikret Başkaya, erdemli bir insandır. Kişisel yaşam felsefesi ise “gönüllü yetingenlik” ilkesine (zühd geleneğinin bir tür devamı olan hayat tarzı) dayanmaktadır. Ömrü boyunca 1 defa olsun tapu dairesine gitmemiş insandır. Dünya memaliki namına oturduğu kooperatif evinden başka bir şeyi olmayan ideal bir akademisyendir.
Gerçekten de Kapitalist Sistemin, tüketici insan davranışlarını öncelediğini ve yücelttiğini (ve onları reklamlarla kışkırttığını) biliyoruz. Tüketme talebi olmayan bir toplumda, anamalcı bireyler yani hür teşebbüs neyi, niçin üretsin ki? Onlara göre bir iktisadî sistemde talep yoksa arz (üretim) da gerçekleşmeyecektir. Bu yüzden de sürekli insan ihtiyaçları çeşitlendiren ve onları cazip kılan bir reklam ve tanıtım piyasası (moda dünyası da buna dahil) yapay olarak örgütlenmiştir. Bu nedenle kapitalist burjuvazi “kendi sınırlı imkanlarıyla geçimini temin eden ve lüks harcama hırs ve alışkanlığı olmayan insanı, makbul insan (çağdaş, modern, aydın, ilerici) olarak görmez, göremez. Bu yüzden insanın, kendine etik kurallar koymasının da baş düşmanıdır. Gönüllü ve hür iradesiyle sade bir hayat süren insan tipini çağdışı ilan ederek, tüketim hırsı olmayan bu insan modelini yaşayan bir ölü olarak takdim eder.
Bence kapitalist zihniyetin insan tasavvurunu özetleyen tek bir motto vardır: İçindeki “Seni” Serbest Bırak. Peki bu “sen” kimdir? Bunun cevabı İslam’a göre nefs, Freud’a göre “id” olsa da gerçekte bunlar aklı ve ahlakı dinlemeyen içgüdülerimizdir.: Bu durumda insanın tüm yaşam serüveni; aklını, içgüdülerine egemen kılma savaşımından ibarettir diyebiliriz: Davranışlarımızı ya “aklımız” ya da “içgüdülerimiz” yönetecektir. Akıl, insana ölçülü (itidal sahibi) olmanın normlarını verir. İnsandaki içgüdüler ise haz üzerinden sadece doyurulmak isterler. Biyolojik varlığımız için gerekli olan bu içgüdü sistemi, insana canlılığını sürdürmek için verilmiştir. İnsanın davranış ve eylemlerini yönetmek için değil. Aslında bir bakıma terbiye (veya ahlak) içgüdülerimizi kontrol ve denetleme prosesini de dile getirmektedir. Akıl yetisi insana ise işbu içgüdüleri denetlemek için verilmiştir. Hayvanlarda bu kontrol mekanizması/akıl ve irade bulunmadığından hayvan kendi doğasına göre (zorunlu ve seçeneksiz olarak) davrandığı gibi tüm hayatını da bu içgüdülerini tatmin etme uğrunda sürdürür.
Kapitalist iktisadi modelin üretim mantalitesi, özünde insan oğlunun “sınırsız ihtiyaçları” olduğu inancına dayanır. Dolayısıyla sınırsız ihtiyaçları olan insanın, bu ihtiyaçlarını karşılamak için (herkese ait olan doğayı, evreni, toplumları ve insanı istismar ederek) ekonomik sistemin sınırsızca sürekli üretmesi gerekir: Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler.
Bu ise son kertede kaçınılmaz olarak insanın kendisine, doğa ve değerlerine karşı yabancılaşmasını doğuracaktır. Kapitalist sistemde sürekli bir biçimde artması gereken tüketim olmadan; üretim ve pazarlama sektörü sürekli üretemez ve arzu edilen kârı, sermayedara sağlayamaz. Yani artı değer yaratılamaz. Ve bu temel nedenlerden ötürü kapitalizm, sürekli üretim için sürekli talep olmasını (gerçekten ihtiyaç olmasa da) sonsuzca teşvik eder. Bu tükenmez ve bitmez yeme-içme, kirletme, sömürme, israf etme, doğayı ve insanı sömürme zihniyeti; hakikatte bir tür doyumsuzluk patolojisine dayanan kapitalist paradigmanın ve bu kapitalist üretim zihniyetinin kendine özgü (içgüdülere indirgenen) insan anlayışının zorunlu bir sonucudur. Eğer insan ihtiyaçlarını, yine insanın kendisi aracılığıyla özgürce sınırlandırmayı ve tahdit etmeyi bir ahlakî davranış tercihi ve değer duygusu ölçütü olarak topluma yerleştirdiğiniz anda, sınırsız tüketme arzusu ve çılgınlığı duymayan insanın (ve insanlığın) kapitalizmin sonunu getireceğine inanabilirsiniz. Ekonomiyi sınırsız insan ihtiyaçlarını sınırlı imkanlarla karşılama yöntemlerini öğreten bilim diye tanımladığımız sürece de bu kısır döngüden çıkmamız mümkün olmayacaktır. İşte bu akşam Başkaya’nın dermeyan ettiği düşüncelerinin benim gönül ve zihin dünyamda doğurduğu intibalar bunlardı.
Fikret Başkaya’nın müesses nizamı tedirgin eden, onun tarihsel-toplumsal olguları açıklama perspektifinin doğal neticesi olarak vardığı sonuçların, resmî ideolojik model ve/veya amentü ile örtüşmemesidir. İnsanlığın ve mazlumların ezilmişliğini vicdanında duyan bu bilim insanının, sosyal olguları açıklama biçimini yanlış bulabilirsiniz, ancak onu salt düşüncelerinden ötürü sosyal ve siyasal hayatta zecren âdeme mahkûm etmek yerine onun muhalif düşüncelerine karşı kendi hakikatinizi (!) ileri sürebilirsiniz. Kısacası Başkaya Tanzimat’tan günümüze değin olup-bitenleri resmî ideolojinin sunduğu, betimlediği ve zorla ezberlettiği gibi olmadığı (bunların siyasal epifenomen ve bir tür ideolojik anlatı veya kurmaca olduğu) inancındadır. Kısacası “Paradigmanın İflası”, ülkemiz topraklarında olup-biten sosyopolitik değişimleri, antikapitalist bakış açısıyla ele alarak, sonuçta tüm bu sosyal ve politik fenomenlerin kapitalist emperyalizmin arzu ve iradesi zemininde gerçekleşmiş olduğu hipotezini kanıtlamaya yönelmekten ibarettir: Bu durumda çürütülmesi son derece kolay olsa gerektir. Oysa “Paradigmanın İflası”nın tehafütü hala yazılmış değildir. Son tahlilde Başkaya’ya göre Kapitalist emperyalizmin biçimlendirdiği bir dünya ve dolayısıyla da bundan mücerret olmayan bir ülke ve sosyoekonomik ve politik toplumda yaşamaktayız. Dolayısıyla Osmanlı sonrası (Post Ottoman) ülkemizde olup-biten ve yaşanılan tüm sosyal değişimleri, tarihçilerimiz, olduğu gibi (tarihsel ve toplumsal olguları kendi nesnelliğinde) değil, olmasını arzu ettikleri (temennileri yönünde) veya erk sahiplerince arzu edilen şekliyle rasyonalize ederek yeniden inşa etmişlerdir.
Başkaya’ya göre Kapitalizm, insanlığın 'normal hali' değildir. Kapitalist modernite, Batı düşüncesinde mündemiç (Orta Çağ'dan beri) patolojik bir anlayışa dayanıyor. Bu anlayış, insan varoluşunun diğer canlıların varoluşundan ayrı ve üstün olduğu düşüncesine ve ön kabulüne/inancına dayanıyor. Halbuki Fikret Başkaya’ya göre insan kendi dışındaki canlıları ötekileştirmemelidir. Buna hakkı olmadığı gibi son kertede bu yaklaşım biçimi insan türünün de aleyhine olan bir olumsuzluğu da kendinde barındırır. Canlı dünyanın, insanın kaderinden bağımsız olduğuna inanma saçma bir düşüncedir. Ona göre bu anlayış insanın doğaya ve öteki canlılara karşı saygısız, sorumsuz ve küstah olmasını doğurdu ve ne yazık ki kapitalist zihniyet, içgüdülerinin emrindeki insanı ve onun bu instiktif yaklaşımını rasyonalize ettiği gibi meşruiyetin dahi (legalite) biricik ölçütü kabul edilerek bu dictumu tüm dünyaya dayatmıştır. Bu yaklaşım tarzı, Aydınlanma dönemi homosentrizminin olumsuz bir tezahürü olarak artık dünya güvenliğini tehdit etmektedir.
Başkaya, bu düşünce teatisi içinde “Türk düşünce ve kültür insanlarının, kendi içinden, yani kendi toplumunun öz değerleri ve gerçekleri açısından değil, kendisine ve toplumuna dışardan yani Avrupa merkezli paradigmanın prizmasından baktığını açıkça ifade etti. Ve pozitivist bilim anlayışının (takdim edildiği gibi) bir hakikat değil, ideolojik bir tercih olduğunu açıkça dile getirerek küresel ölçekte epistemolojik sömürünün olumsuzluğuna dikkat çekti, varılan nokta itibariyle etik sınırların ortadan kaldırılmasının insanlığını felaketini hazırladığını tebeyyün ettirerek insanî sorumluluklarımıza işaret buyurdular.
Tarafımdan kendilerine yöneltilen “sosyal olgular ile insan zihniyeti arasındaki korelasyon” bağlamında hangisinin öncelikli olduğu veya kendilerinin düşünsel analizlerinde hangisini öncelediğine ilişkin soruma “insan zihniyeti (düşünme biçim ve değerlendirme tarzı) sosyoekonomik ve politik koşullarca belirlenmektedir” şeklindeki cevabını ise ne yazık ki, benim Weberyan yaklaşımım ile örtüşmemekte olsa da bunun sosyal olayları analizde bir metot tercihi olduğu idrakiyle apathiea ile karşıladığımı belirtmek isterim.
Buna karşın kendisini bu fani hayatta tanımaktan onur duyduğum (pratiği ile düşünceleri arasında hiçbir çelişki taşımayan ve bunların bedelini ödeyen) bu düşünce insanını ve onun çok değerli düşünsel emeğini, ülkemizin tefekkür ve irfanı adına bir kazanım olarak görmekte olduğumu ifade etmekle mesrurum.
Prof.Dr. Münir Dedeoğlu / ENP
Yorumlar
Kalan Karakter: