Orta Doğu, tarih boyunca jeopolitik çekişmelerin, enerji savaşlarının ve ideolojik hesaplaşmaların kesişim noktası oldu; 2025’in Haziran’ında bu ateş yeniden alevlendi.
13 Haziran’da İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine, balistik füze üslerine ve askeri karargâhlarına yönelik hava saldırıları, İran’ın Tel Aviv, Kudüs ve Beersheba’ya balistik füzelerle misillemesi, bölgeyi bir kez daha kaosa sürükledi.
Çatışmanın sekizinci gününde, İran’ın Beersheba’daki saldırısı Soroka Hastanesi’ni dolaylı olarak vurdu; İsrail 71 yaralı ve “ciddi hasar” rapor ederken, İran hedefin hastane değil, bitişiğindeki Gav-Yam Teknoloji Parkı’ndaki siber komuta merkezi olduğunu savundu. İsrail, “sivillere saldırı” suçlamasıyla gerilimi tırmandırırken, Netanyahu’nun “İran’ın terörist tiranlarına hesap soracağız” sözleri, savaşın yalnızca askeri değil, psikolojik ve propaganda boyutlarını da gözler önüne serdi.
Soroka’nın, 7 Ekim 2023’ten beri Gazze’deki çatışmalarda yaralanan İsrail askerlerinin tedavi merkezi olması, bu olayı stratejik bir düğüm haline getirdi. Suriye’de Esad rejiminin 8 Aralık 2024’te çökmesi, Rusya’nın Ukrayna savaşında yıpranması ve ABD’nin Trump liderliğinde diplomasi ile tehdidi harmanlayan ikircikli duruşu, bu krizi küresel bir satranç oyununa çevirdi.
Eski ABD Başkanı Bill Clinton’ın, Netanyahu’nun İran’la savaşı siyasi ömrünü uzatmak için istediği iddiası, işin kişisel boyutunu vurgulasa da, mesele çok daha derin: enerji koridorları, nükleer gölgeler, Avrasya-Atlantik rekabeti ve Kürt meselesinin gölgesi. Şeytanın avukatlığını yaparak, reel politik bir mercekle, bu kaosta kimin ne oynadığını, ekonomik ve jeopolitik yansımaları ve Türkiye’nin bu dar patikada nasıl yürüyebileceğini samimi, akılcı ve cesur bir şekilde masaya yatırıyorum.
İsrail’in İran’a saldırısı, “varoluşsal tehdit” söylemiyle meşrulaştırılıyor, ama perde arkasında başka hesaplar var. Netanyahu, yolsuzluk davaları ve 20 yıllık liderlik yorgunluğuyla köşeye sıkışmış; savaş, iç kamuoyunu birleştirip koltuğunu sağlamlaştırma aracı. Ancak bu, sadece kişisel bir hırs değil.
İran’ın Şii ekseni—Hizbullah, Irak’taki milisler, Yemen’deki Husiler—İsrail’in bölgesel hegemonya hayallerine set çekiyor.
Esad’ın düşmesi, İran’ın Suriye üzerinden Hizbullah’a lojistik koridorunu kaybetmesi demek; bu, İsrail için altın bir fırsat.
İran’ın nükleer programı mı?
ABD istihbaratı, Tahran’ın silah üretecek kapasitede olmadığını, bunun yıllar alacağını söylüyor.
İsrail’in “önleyici savaş” narası, nükleerden çok İran’ın bölgesel nüfuzunu kırmaya yönelik. İran’ın misillemesi ise hem bir savunma hem de iç kamuoyuna “direniyoruz” mesajı. Soroka Hastanesi olayı, bu savaşın etik ve stratejik ikilemlerini açığa vuruyor.
Şeytanın avukatı olarak soralım: İran’ın askeri hedefleri vurma hakkı yok mu?
Hastanenin bir askeri üsle bitişik olması, İsrail’in sivil alanları “koruma kalkanı” olarak kullandığı eleştirilerini haklı mı kılıyor?
İran, 639 kayıp verdi; İsrail’de 24 kişi öldü.
İsrail, İran’ın füze bataryalarının üçte birini imha ettiğini iddia ediyor.
Bu asimetrik tablo, savaşın dengesizliğini gösteriyor.
Cenevre’deki nükleer görüşmeler, İsrail’in saldırıları sürdürdüğü gerekçesiyle çöktü; İran Dışişleri Bakanı Araghchi’nin “sıfır zenginleştirme” talebini reddetmesi, diplomasinin kısa vadede zor olduğunu kanıtlıyor.
ABD, bu krizin kilit oyuncusu. Trump, çatışmanın başında sessiz kalsa da, İran’a nükleer programı için iki haftalık süre tanıdı ve “nükleer tesislere saldırı emri verebilirim” tehdidiyle askeri seçeneği masada tuttu.
Hamaney’e “Nerede saklandığını biliyoruz, ama şimdilik güvende” mesajı, psikolojik bir hamle.
ABD’nin İsrail’e hava savunma sistemleri ve teknolojik desteği, çatışmanın seyrini etkiliyor, ama Trump’ın Hamaney’in öldürülmesi planına onay vermemesi, rejim değişikliği yerine kontrollü baskı stratejisini işaret ediyor.
Şeytanın avukatı olarak: Trump’ın sessizliği, stratejik bir bekleyiş mi, yoksa iç politikada savaş karşıtı tabanını kaybetme korkusu mu?
ABD, İsrail’i cesaretlendirirken, İran’ın Ortadoğu’daki ABD hedeflerine misilleme riskini ve bölgesel bir savaşın ekonomik maliyetlerini tartıyor.
Esad’ın düşmesi, ABD’nin Suriye’de YPG’yi destekleme ve bir Kürt koridoru konsolide etme planlarını hızlandırdı.
İbrahim Anlaşmaları’yla BAE, Bahreyn ve Suudi Arabistan’ı (örtülü de olsa) İsrail’le saflaştıran Washington, İran’ı çevreleme ağını sıkılaştırıyor.
Ama bu hegemonya çatırdıyor. Rusya’nın Ukrayna’daki yıpranması ABD’ye alan açsa da, Çin’in İran petrolüne bağımlılığı ve Avrasya bloğunun direnci, oyunu karmaşıklaştırıyor.
Rusya ve Çin, İran’ın yanında. Putin ve Xi Jinping, İsrail’in saldırılarını BM Şartı’na aykırı buldu ve gerilimin düşürülmesini savundu.
Rusya, Ukrayna savaşında İran’dan aldığı insansız hava araçları ve füzelerle ayakta; İran’ın zayıflaması, Moskova için kayıp olur. Ancak, Ukrayna’daki yük ve Esad’ın düşmesi, Rusya’nın Suriye’deki etkisini azalttı.
Çin, enerji güvenliği için İran’ı kilit görüyor, ama doğrudan çatışmaya girmekten kaçınıyor.
Petrol fiyatlarındaki %15’lik artış, Kremlin’in kasasını doldursa da, Moskova’nın “barış sağlayıcı” rolü, Ukrayna’daki imajıyla çelişiyor. Şeytanın avukatı olarak: Rusya ve Çin, İran’ı desteklerken bölgesel istikrar mı istiyor, yoksa kendi enerji ve jeopolitik çıkarlarını mı koruyor?
Türkiye, bu kaosta ip cambazı. Erdoğan, İsrail’in saldırılarını “haydutluk ve devlet terörizmi” diye kınadı, İran’ın savunma hakkını destekledi ve sınır güvenliğini artırmak için füze üretimini hızlandıracağını duyurdu.
Ama aynı zamanda Trump’ın nükleer diplomasisini “barış fırsatı” olarak övdü. Türkiye, İran’la enerji ve ticaret bağlarını korurken, Irak ve Suriye’deki İran destekli milislerle rekabet halinde.
Esad’ın düşmesi, İran’ın “direniş eksenini” çökertti; Hizbullah ve Hamas zayıfladı, bu da İsrail’in elini güçlendirdi.
Ama Suriye’deki kaos, Türkiye’nin sınır güvenliğini ve göç politikalarını tehdit ediyor.
Hürmüz Boğazı’nda olası bir kriz, petrol fiyatlarını 150 dolar bandına taşıyabilir; bu, Türkiye’nin cari açığını ve enflasyonunu patlatır.
İran’daki istikrarsızlık, kitlesel bir göç dalgasını tetikleyebilir, bu da ekonomik ve toplumsal yük getirir.
Türkiye’nin Rusya-Ukrayna savaşındaki arabuluculuk deneyimi, bu krizde kullanılabilir, ama İsrail ve İran’la gerilim, tarafsız arabuluculuğu zorlaştırıyor.
Şeytanın avukatı olarak: Türkiye’nin Filistin’deki ahlaki duruşu güçlü, ama bu duygusal söylem, pragmatik sonuçlar üretir mi?
Yoksa Türkiye’yi taraf mı yapar?
Kürt meselesi, krizin gölgesinde büyüyen bir risk.
İran’daki Kürt muhalefet, rejimin zayıflığını fırsat biliyor; Irak Kürdistan Bölgesi, sınırdaki istikrarsızlıktan endişeli, ama özerklik hayallerini güçlendirebilir.
Türkiye’de DEM Partisi’nin çatışmaya dair net bir duruşu yok, ama bölgesel kaos, Kürt meselesini iç politikada alevlendirebilir.
2015’te duran demokratik açılım, bu krizle yeniden gündeme gelebilir; ama “terörsüz Türkiye” iddiasıyla yeni bir adım, bazılarınca ABD ve İsrail’in çıkarlarına hizmet sayılabilir, bu da kutuplaşmayı artırır.
Şeytanın avukatı olarak: Kürt meselesinde yeni bir açılım, bölgesel kaosu dengeleme fırsatı mı, yoksa dış güçlerin manipülasyonuna açık bir tuzak mı?
ABD, Türkiye’den YPG’yi dolaylı kabul etmesini ve Suriye’de bir Kürt koridoruna göz yummasını bekliyor.
Ama Türkiye, YPG’yi PKK’nın uzantısı görüyor ve taviz vermemeye kararlı.
2003’te Irak’ta Barzani’nin güçlenmesine göz yummak, Türkiye’ye pahalıya patladı; Suriye’de aynı hata, güneydoğuda bir “ikinci İsrail” riskini doğurur.
Ekonomik etkiler, krizin küresel boyutunu ortaya koyuyor. İsrail’in günlük savaş harcamaları 1 milyar dolar; Borsa İstanbul, çatışmanın ilk günlerinde %3,71 düştü, altın rekor kırdı. Petrol fiyatlarındaki artış, küresel enflasyonu tetikliyor; Hürmüz Boğazı’nın kapanması, tedarik zincirlerini sarsar.
Ukrayna’da, İran’ın Rusya’ya silah sevkiyatı kesintiye uğrayabilir, bu da Moskova’nın savaş kapasitesini zayıflatır.
Ama petrol gelirleri, Rusya’yı ayakta tutuyor.
Türkiye için enerji ithalat maliyetleri ve enflasyon, ciddi bir tehdit.
Türkiye’nin yol haritası ne olmalı?
Reel politik, romantizme yer bırakmaz.
İlk olarak, İran’la ekonomik bağları derinleştir, ama Şii eksenine angaje olmadan; mezhep tuzağına düşmeden arabulucu rolü, Türkiye’yi masada tutar.
İkinci olarak, Suriye’de YPG’ye karşı askeri ve diplomatik baskıyı artır; Esad’ın düşmesiyle Rusya’nın etkisi azaldı, ama Moskova ile YPG karşıtı bir zemin bulunabilir.
Astana süreci, bu iş için hâlâ bir platform.
Üçüncü olarak, savunma ve enerji bağımsızlığı: SİHA’lar, yerli sistemler ve alternatif enerji yolları, Türkiye’yi caydırıcı yapar.
Ukrayna savaşı, enerji piyasalarını altüst etti; Türkiye, bu dalgalanmada batmamalı. Son olarak, YPG/PKK meselesinde tavizsiz duruş şart; ABD’ye kırmızı çizgi net gösterilmeli, BM’de uluslararasılaştırılabilir.
En iyimser senaryoda, diplomasi galip gelir; ama İsrail’in rejim değişikliği hedefi ve İran’ın direnci, bunu zorlaştırıyor.
En kötü senaryo, ABD’nin katılımıyla bölgesel savaş ve nükleer tesislerde bir kaza; bu, Türkiye’nin doğu illerinde radyoaktif serpinti riski demek.
Kim kazanır, kim kaybeder?
ABD ve İsrail, İran’ı dizginlerse, Basra Körfezi ve Hazar’ı ele geçirir; ama Avrasya’nın direnci, küresel bir çatışmayı tetikleyebilir.
Çin, İran’ın ayakta kalmasını istiyor; aksi halde enerji güvenliği riske girer.
İran, Esad’ın kaybıyla yara aldı, ama direnirse Avrasya’nın kalesi olur.
Türkiye, akıllı oynarsa bölgesel güç olur; ama YPG’ye taviz, felaket getirir.
Bu satrançta, Türkiye piyon değil, vezir olmalı — cesur, akılcı ve ulusal çıkarlarını önceleyen hamlelerle.
Orta Doğu’nun ateşi, dünyayı yakabilir; Türkiye’nin nerede duracağı, geleceği çizecek.
Şükriye Akkoç / ENP
Yorumlar
Kalan Karakter: