1977’nin yazıydı… Brüksel Büyükelçiliği’nden Zürih’e uçmak üzere diplomatik pasaportumu elime aldığımda, aklımda sadece “gizemli görev” vardı. Sulhi Dişlioğlu’nun selamını iletmek, Prof. Dr. Gazi Yaşargil’le tanışmak… Ne var ki önümde, hayatı tam anlamıyla bir destan olan bir insan duruyordu.
Zürih’in soğuk yaz akşamında beni karşılayan Yaşargil, mikrocerrahi dehasını konuşturmadan önce sımsıkı bir bakışla “Ne için geldin?” diye sormuştu. O an anladım: Kendisi sadece bir beyin cerrahı değil, aslında kırılgan bir vatansızlık öyküsünün de kahramanıydı.
1925’te Lice’de doğmuştu. Kürt isyancılar elinden küçük bir çocukken kurtulmuş, ancak 1111 sayılı kanunla vatansız kalmıştı. “Haymatlos” olmuş, yani vatansız… Oysa Türkoğlu Türkmeni’ydi; Beypazarı’nın gururuydu. Türkiye onu ne askerliğini yapmadığı gerekçesiyle ne de bilginin evrenselliği karşısında hakkıyla tanımıştı.
Yine de “Beyne saygı, insana saygıdır” diyerek dünyayı fetheden o adam, devlet bürokrasisinin acımasızlığına takılmadan insanlığa hizmet etti. Brüksel’den Zürih’e uzanan diplomatik maceramın asıl dersi de buradaydı: Toprak, asaletin yegâne kaynağı değildir. İnsanlık onuru, vatan aidiyetinin çok ötesinde bir değer yaratır.
İlk buluşmamızın ardından beş kez görüşebildim Yaşargil’le. Her sohbetinde ülkesine dair içten sitemleri vardı. “Türkiye beni unuttu,” diyordu; “Ama ben Türkoğlu’yum, Beypazarlı’yım.” Ve ekliyordu: “Mümkünse bana bir Kürt kilimi götür!” Van’dan çetin yollar aşarak bulduğumuz o kilimi, Zürih’teki hocamıza sunduk. Minik bir sevgi armağanıydı; bir diplomatın vefa borcuydu.
Bugün, Prof. Dr. Gazi Yaşargil aramızda değil. 99 yaşına bastı; ardında bir dünya cerrahi mirası, binlerce kurtarılan hayat ve maalesef hâlâ tam kapanmamış bir vatan aidiyeti kaldı. Onu anmak, sadece bir bilim insanını yâd etmek değildir. Aynı zamanda “devlet” ile “insan” arasındaki borç ilişkisini, bir daha düşünmektir.
Rahmetli Özal’ın çıkardığı kararla Gazi Bey’in vatandaşlık hakkı iade edildi; Cem Karaca ve diğer “vatansız” sanatçılar gibi o da milletine kavuştu. Ne var ki; bir insanın ülkesine aidiyet hissetmesi, sadece kağıt üstündeki bir kararla sağlanamaz. O aidiyet, alın teri, vefa ve küçük bir Türk kiliminin kırmızı kılavuzluğu kadar somut, sıcak olmalı.
Nereden nereye… Diplomatik uçaklarla, beş yıldızlı otellerde başlayan bu hikâye; sokaklardaki öğrenciliğime, cebimde avucumdaki birkaç yüz franga, sonra da Gazi Bey’in sihirli ellerine uzandı. Ve şimdi hatırlıyorum ki, gerçek vatanı insanlığa adanmışlıktır. Prof. Dr. Gazi Yaşargil de bu en yüce vatana “gururun kilimini” serdi.
Cennet mekanı olsun…
Vahit Özdemir, Emekli Diplomat / ENP
Yorumlar
Kalan Karakter: