1864 yılının Mayıs’ıydı. Karadeniz kıyılarında çiçek ayı değil; ölümün ilk filizlerini taşıyan acı bir rüzgâr estiriyordu.
Toprak, karahindibalarla değil, ağıtlarla bezeniyordu. Beyaz kehanet taneleri göğe savrulan o çiçekler, kadar yükselse de, yurdun feryadını unutamıyordu.
O günlerde insan aklı bile kanıyordu: çocuk kundağında, yaşlı yastığında katlediliyordu. Ana rahmindeki bebeğin bile süngünün ucundan kaçamadığı o trajedi, tarih sayfalarına değil, mezar taşlarına yazılmalıydı: “Çerkes Soykırımı.” Çarlık Rusyası’nın tiran hırsı, Kuzey Kafkasya’yı haritadan silmeye and içmişti.
Yakılan evler, yıkılan yuvalar…
Mızrak ucunda gezdirilen lanet, Karadeniz’in kenarını yedi yıl boyunca kafataslarıyla doldurdu. Çöplüklerdeki bebek, soğumamış anasının memesine uzanırken aldığı süt değil, yas çiçeğiydi.
Tolstoy’un “gece örtüsü altında gerçekleşen vahşet” sözü, işte bu soykırımın gölgesindeydi. Simon Canaşia’ya tanıklık eden 91 yaşındaki Çerkes, “Deniz; karpuz gibi kafa kusuyordu kıyıya, kargalar erkek sakallarından yuva yapıyordu” derken, insanlığın sınırlarını zorladı.
Ancak karahindibalar unutmuyordu: Kadim inanca göre bu çiçek, her sesi duyar, zamanı gelince gerçeği haykırır. 21 Mayıs 1864’ün şahidi olarak, o günden itibaren “Çerkes Soykırımı Çiçeği” oldular. Beyaz kanatlarında taşındıkça, bu trajedinin sessiz çığlığını her bahar hatırlatacaklar.
Bugün, bu anı, bu soykırımı anarken, karahindiba tanelerinde bir halkın hafızasını; köklerinin kanla sulanmış toprağında varoluş mücadelesini görüyoruz.
Onlar türküde, destanda, ve en çok da her mayıs ayında göğe savrulan o beyaz tanelerde yaşıyor.
Ve biz, unutturmamak için her birini gökyüzüne salarken, Çerkeslerin onuru adına dönüp baktığımızı biliyorlar.
Abdullah Cengiz / ENP
Yorumlar
Kalan Karakter: