Alfraganus Üniversitesi, adını ünlü matematikçi ve astronom Fergani’den almıştır. Çok değerli bir akademisyen olan Dr. Mahmudov Muhammed İsmail Muhittinovich aynı zamanda çok gayretli ve başarılı bir rektör olup dünyanın değişik Üniversiteleriyle belli konseptlerde iş birliği içinde faal bir insandır. Bu meyanda ünlü Kutadgubilig’in müellifi Yusuf Has Hacib adına bir kongre tertipleyerek bizleri de davet ettiler. Bu tür faaliyetlerin bir amacı da artık üçüncü Rönesansın eşiğinde olduğu anlaşılan yeni dünyaya Türk Halklarını hazırlamak ve hatta mümkünse bu yeni dünyayı Türk kültürüyle inşa etmek olduğu için iştirak noktasında hiç tereddüt göstermedim. Böylece bir hafta sürecek kültür gezi yolculuğumuz başladı.
Özbekistan seyahatimiz için Ankara’dan uçağımız havalanınca gözlerimin önünde her anımsadığımda içimin sızladığı bir hatıra canlandı:
1980 yıllarının sonuna doğru Nürnberg Türk Ocağına 60-62 yaşlarında bir Özbek büyüğümüz Esir Türkler Haftası etkinliği vesilesiyle ziyarete gelmişti. Doğal olarak Türk Dünyası idi. O günlerde bir başka büyüğümüzün bu gönül coğrafyasına ilişkin bir eseri yayınlanmıştı. Ve doğal olarak gündemin bir parçasını da bu eserde anlatılanlar teşkil ediyordu. Bu fasıl bittikten sonra görüş ve temenniler faslında Özbek olduğu anlaşılan bir zat kendi diliyle ayıltmağa başladı: Kendisi Stalin tarafından 2.Dünya savaşına katılmak zorunda bırakılan bir Özbek Türkü idi. Bu savaşa asker vermeyen Türk köyleri devlet tarafından “işbirlikçi/hain” görülerek her türlü zorbalığa maruz kılınıyormuş. Bu yüzden aile ve akrabalarının hayata devam edebilmesi için bu Türklerin savaşmama gibi bir seçenekleri bulunmuyordu. Cepheye gönüllü (!) gönderilen bu Türklerin bir kısmı ölmüş bir kısmı da Almanlara esir düşmüşlerdi.
Ölenlerin bir kısmı bazan ailesine bildiriliyor bazan hiçbir bilgi de verilmiyordu. Bu konuşmaya başlayan zat da kendisinin Almanlara esir düştüğünü ifade etti. Bu esir Türkler “madem biz Rus devletinin gözünde bir ölü veya kayıbız, varlığımızın hiçbir mana ve değeri yoktur, kim olduğumuz da bilinmediğine göre bize silah ve fırsat verin, sizinle birlikte savaşalım demişler. Burada Almanların, Rusya’yı mağlup ederek Türklere muhtariyet ve hürriyet vereceği düşüncesi olduğu gibi kendilerini zorla cepheye sürenlere karşı da bir kızgınlıkta vardır.
Bu insanlar kendilerine hiç yaşamış gibi muamele eden Komünistlere öfke içindeydiler. Çünkü onları buraya zorla getiren ve ailelerini bir “koz” olarak kullanmışlardı. Kısacası bu zat ve emsalleri bu sefer de gönüllü olarak Alman tarafında olarak savaşa devam etmişlerdir. Savaş bitiminden sonra artık geriye dönme seçeneği hiç olmayan bu Türklerin bir kısmına Almanya, belli bir hukuki statüde Almanya’da yaşama hakkı, bir kısmına da Türkiye Devleti Sefarethaneler üzerinden vatandaşlık vermiştir.
Tekrar bu söz alan zata dönecek olursak bu kişi önce Türkiye vatandaşı olmuş ve daha sonra Türkiye Vatandaşı olarak 1965 yılında Almanya’ya gelmiştir. Bir türlü ailesine ulaşamamakta ve onlara yaşadığı özellikle de annesine duyurma çareleri aramaktadır. Annesinin (her ana gibi) kendisinin hasretiyle yandığını bilmektedir. Bu yüzden sürekli annesiyle telefondan da olsa görüşme imkanı aramaktadır. Ama zaten onların köyünde telefon olmadığı için bu nasıl olacaktı? Bu yüzden sürekli mektuplar yazmakta fakat bu mektupların anasına hiç ulaşmadığını da bilmektedir. Fakat o kadar yazmaktadır ki bu mektuplar KGB nin elinde de olsa bir gün bir şekilde bir Türk buna muttali olur ve annesine küçük de olsa bir küçük fısıldama olabilirdi. Bu yüzden ağabeyimiz sürekli ailesine yazmakta ve bir çok kurum üzerinden ailesiyle temasa gayret etmektedir. Sonunda Uluslararası Kuruluşların ısrarlı takibiyle 35 sene sonra bile olsa anasıyla konuşma hakkı tanınmıştır. Uzun yıllar sonra sürekli bu didişmeden sonra bu umut ışığı doğmuştur: Annesiyle telefon üzerinden görüşmesine izin verilecektir. Fakat köylerinde ne telefon ne araba ve ne de yol bulunmamaktadır. Telefon ancak Semerkant’ta bazı devlet kurumlarında ve Posta İdaresinde bulunmaktadır. Ve kendi köyleri şehre yaklaşık 80 km uzaklıkta bir yerdedir. Ve merkeze hiçbir ulaşım vasıtası yoktur. Sonunda telefon üzerinden bu iş gerçekleşir.
1980 yılındaki bizim bu Esir Türkler Haftası toplantısından bir hafta önce 5 dakikacık da olsa cızırtılı bir ortamda da olsa bu Özbek abimiz “Annesiyle” konuşmuştur. Ama ne var ki bu yaşlı kadın hiçbir vasıta veya araba olmadığı için yıllar süren evlat hasretiyle bu meşum yolu saatlerce, günlerce yayan olarak yürüdükten sonra ve Semerkant’ta günlerce telefonun bağlanmasını ayrıca beklemiştir. Evlat acısıyla geçen onca yıla karşın, nihayet ölmeden önce de olsa evladıyla bir defacık konuşabilmiştir. Bu Özbek abimiz işte bize bunları anlatırken hem ağlıyor bir yandan da Özbek gururu nedeniyle ağladığı için utanıyordu: Ve ben kırk beş yıl geçmiş bile olsa hala bu hatıranın tesirindeyim.
Bu ibretamiz hatıra ile başlayan kudsi yolcuğumun kötü bitmesine ihtimal yoktu. Ve öyle de oldu. Çünkü biz bedenen Özbekistan’da değilsek bile Özbek diyarları her daim bizde mevcut ve yaşamakta idi.
Uçağa binerken adeta şok oldum: Özbekistan Hava Yollarının tüm personeli ve hostesleri bizi “Esselamu aleyküm” diye karşılaması beni çok şaşırttı ve sevindirdi. Cevabı “Aleyküm selam” yerine yine “Esselamu aleyküm” olan bu selamlaşma biçimi Özbek kültürünün bir parçasıdır. Ve tüm devlet görevlileri ve halk olarak Özbekistan’da “günaydın, tünaydın, vb. şeyler” yerine kullanılan bir tanışma, merhabalaşma biçimi imiş. Çocuklar bile “Esselam aleyküm” ü çocukça seslenişleriyle büyüklerine kaşı okulda, yolda, bahçede konuşmadan önce mutlaka söylüyorlar. Bu Müslüman selamı, çok şükür Özbekistan’ın dem ve damarlarına sinmiş.
Rahat bir yolculuktan sonra Taşkent’e indik. Ve yine bir şok: Bavullarımızı almak için indiğimiz yerde bavullar eşyalar dönerek önümüzden geçerken bazılarının özensizlik yüzünden dağılmak üzere olduğunu gördüm. Ve doğal olarak elimi sürmedim. Ama içimden de “artık kiminse inşallah bir şey olmaz, yazık” derken yanımdaki Özbek insanlarının bunu düzelterek dağılmasını engellemeleri pek çok hoşuma gitti. “Adammm sende bana ne” tavrı yerine bunu doğal biçimde yapmaları insaniyet ve medeniyet göstergesi olarak çok hoşuma gitti.
Tüm yolculuk boyunca Mihmandarımız olan Doç. Dr. Saidbek hocamız bir sinayet meleği gibi her dakika yanımızda ve her an bizi rahat ettirmenin telaş ve gayreti içinde oldu. Aslında bu yolculuğun çok verimli ve huzur içinde geçmesi bu hocamızın gayretiyle olduğunu hem ben hem de Dekan Hocamız çok iyi bilmekteyiz: Bu yolculuk bana “önce refik sonra tarik” sözünü ne kadar doğru olduğunu gösterdi. Allaha şükür tam bir uyum ve ahenk içinde geçen bir kültür yolculuğu oldu.
Bizi karşılayanlar daha önceden planlamış oldukları program gereğince önce bizleri kalacağımız otele ulaştırdılar ve odalarımıza yerleşmemizi temin ettiler. Küçük bir dinlenmeden sonra bir de baktık ki Alfraganus Üniversitesi'nin başta muhterem Rektörü, Dekanları ve Felsefe Bölümü öğretim üyeleri ve Şarkiyatçı bilim adamı akademisyenler bizleri muhabbet ve ihtiramla karşıladılar. Kısa da olsa ayak üstü hal hatır soruldu ve hatıralar yad edildi.
Ertesi gün sabah dokuzda Türkiye'den gelen heyetler olarak Yusuf Has Hacip konulu Kongrenin katılım törenine iştirak ettik. 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü ve öğretim üyeleri, Necmettin Erbakan Üniversitesinden bazı öğretim üyeleri ve Karabük Üniversitesinden ise Edebiyat Fakültesinin Dekanı Tarih profesörü hocamız, Türk Dili Edebiyatı Bölümünden ise Doç. Dr. Saidbek ve Felsefe Bölümünden ben kongreye katılarak konuya ilişkin tebliğleri dinleyerek notlarımızı aldık.
Devlet ve Milletimizi temsil eden mübarek Türk bayrağını Kongrede görmemiz ve kendi Üniversitemizin amblemini de temaşa etmemiz bizim için ayrı bir gurur vesilesi oldu. Şunu hemen ifade edeyim ki devletimizin ve devlet başkanımızın ülke dışındaki itibarı müthiş idi. Her nereye gitsek Reisicumhurumuzla ilgili gurur verici ifadeler duymak bizleri hem şaşırttı hem sevindirdi. Çünkü bu itibar cümleleri bizim fani şahıslarımıza değil Türkiye Cumhuriyeti Devletine verilmekte olan değeri ve ona atfedilen misyonu göstermekteydi.
Seyahatimiz boyunca lisan olarak Özbekçe ve Türkiye Türkçesi birbirinden çok uzak olmadığını fiilen gözlemledim. Sanki farklı iki dilmiş gibi görme ve gösterme çabaları boşuna olduğu ise çok açıktı. Benim gibi eski nesil sayılabilecek bir kişi rahatlıkla onları anlayabiliyordu. Ve benim babam ve dedemle konuştuğum şekliyle söylediklerimi onlar gayet iyi anlıyorlardı. Bu durumu son 3 gün kaldığımız Hive’de daha yakından idrak ettim.
Anlaşılan o ki, operasyonlardan uzak bir Türkçeyi Türkistan halkları gayet rahat anlıyorlar: Örneğin eğer “tümce” dersem bu anlaşılmakla beraber neyi kastettiğim anlaşılmıyor. Eğer bu kelime “cümle” şeklinde söylenirse her Özbek Türkü bunu gayet anlıyor, çünkü, kendisi de bunu kullanmaktadır.
Aynı şekilde öz, özge, vacip, imkân, mümkün, muhtemel muhteviyat, maksat, mahiyet, egemenlik, evrilmek, tekâmül, talebe, mülahaza, cevap, tenezzül, rahmet, merhamet, kainat, sual, cevap ve buna benzer yüzlerce kelimeden ilk aklıma gelenlerden bazılarıdır. Eğer bu kelimeler olasılık, olanak, amaç ve saire şeklinde söylendiğindeyse anlaşılmadığını açıkça gördüm. Diğer taraftan cümle morfolojisi, sentaks ve semantiği aynı olduğundan Türkçenin Gramer yapısı korunduğu müddetçe Türk Halkları birbirini anlamaya devam edeceklerdir.
Bizler 1000 yıldır Anadolu’da olsak da köklerimiz ve ata-baba yurdumuz Türkistan illeridir. Köklerinden kopartılan ekinler (hars/kültür) yaşayamaz. Türk kültürü biyoloji üzerinden değil lisan üzerinden maddeye/genetiğe form verir.
Bu yüzden Özbekistan'da anlaşma ve anlaşılmama probleminin kaynağı Özbekler değildir. Elli yıldır dilde tasfiyecilik olarak yürütülen sözde öz-Türkçecilik bizim felaketimiz olmuştur.
İşte öz Türklerin öz yurdu olan Özbekistan'da idik ve onlar bizimle Rusça değil Öz Türkçe konuşuyorlardı. Bu seyahat sonunda ben; Türk olmanın, Türkçe konuşmak olduğunu anlamış bulunuyorum. Farklı fizyonomik görünüşe sahip olsak da Türkçe sayesinde Türk gibi konuşuyor ve Türk gibi anlıyor ve inanıyorduk. En geniş manada Türk Milleti demek Devletli olmak ve Türkçe düşünmek demektir. Gördüğüm kadarıyla tüm Türk Halklarında devlet, sadece bir sosyal organizasyon ve müesseseleşmek değildir: Devlet, teşkilatlanmış “kut ”tur, kut bulmaktır: Bayramınız “kutlu olsun” dediğimizde dile getirdiğimiz talebin içindeki yücelik, kudret ve duanın manasıdır. Bu yüzden Türk, devletsiz kalırsa bizzarure yokluğa mahkûm olur.
Türk milli şuuru; ana lisan şuurudur, devlet şuurudur. Türkçeye mal olmuş kelimeleri Türkçeden ihraç etmek bizi; adeta kendimize ve diğer Türk Halklarına yabancılaşma noktasına getirmiştir. Halbuki 1920’lerde yazılan bir Türkçe metin, diğer Türk halkları tarafında gayet rahat anlaşılmaktaydı. Öz Türkçe diye bize sunulan ve Türkçe kurallarına hiç de uygun olmayan şekilde türetilen ve maalesef ders kitaplarına da konulan ve böylece öğrencilere dayatılan bu Türkçeyi bizden önceki nesiller hiç anlamadığı gibi diğer Türk halkları da anlayamamaktadır. Nasıl oluyor da bizim anne babamızın kullandığı bu kadim Türkçeyi, bu Türk halklarının bugünkü nesilleri bile anlarken bizler anlamıyoruz. Yavuz Bülent Bakiler’in de belirttiği gibi Atatürk'ün “Gençliğe Hitabesini bile orijinalinden anlayamayan yeni nesiller yetiştirmiş bulunuyoruz? Bunu yeniden düşünmek ve aslına çevirme gayreti her Türk münevverinin görevidir. Dili zenginleştirmeye evet, ancak milli kelimeleri tasfiye ederek yaşayagelen ve milli benliğimizi bulduğumuz kültürümüzden ve onun zemini olan Türkçemizden kopmaya hayır diyoruz. Kültür mazide yani geçmiş zamanlarda meydana gelir, şimdide/halde devam eder ve milletin geleceğini tayin eder. Milli Kültür, maziden kopuk olarak gelecek zaman diliminde oluşturulamaz; o, geçmiş ve şimdiki zamanda zaten mevcuttur ve daima inkişaf ettirilmelidir. Bireyin kişiliği, onun zihinsel geçmişinde milletlerin şahsiyeti ise tarihinde ve onun taşıyıcısı olan lisanda tahakkuk eder.
Medeniyetin iki temel unsuru maddi ve manevidir: Teknoloji (sanayii) ve Kültür. Şu ana kadar bir toplumun ürettiği ve meydana getirdiği tüm değerler onun şu andaki mevcut kültürel yapısına gösterir ve milletin gelecekteki dünyası da halihazırdaki mevcut bu zemin üzerine inşa edilir. Eğer kültürü yani toplumun şu ana kadar biriktirdiği değerler toplamını, zorunlu referanslar olarak temele koymazsak adeta kendini sürekli sil-baştan tekrarlayan bir yazılıma dönüşürüz. Türkiye'deki büyük sorunlardan birisi de nesillerin birbirini anlamaması ve sürekli bir yenilik propagandasıyla öz kültüründen uzaklaşmasıdır: Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay ve Halit ziya Uşaklıgil’in eserlerini daha ne zamana kadar anlaşılmıyor diyerek sadeleştirmeye güncelleştirmeye devam edeceğiz? Oysa batı kültürü bu sorununu halletmiş ve kendi geçmişinden bir paslı çiviyi bile medeniyeti adına feda etmeyerek kendi modernitesini tesis etmiştir. Dolayısıyla artık devlet eliyle kültür operasyonlarına son vermemiz icap etmektedir.
İkinci gün Alfraganus Üniversitesinin kampüsünde Yusuf Has Hacip mevzulu kongre için tahsis edilen yerlerde katılımcı hocalar (onların güzel tabiriyle alimler) kendilerine tanınan süre içerisinde ilmî tebliğlerini sundular. Özellikle katılımcı 40 yakın akademisyen hocaların oldukça göz dolduran tespitler içeren tespit ve mülahazaları Türk İrfanı adına son derece ehemmiyet arz ediyordu. Bütün ilmi faaliyetler vetiresinde felsefe hocalarından Asrar Bey, Sherdar Bey, Ahmed Bey ve Ferhad Beyler üstün gayret ve çabaları işleri asan ve anlamlı kılıyordu.
Burada çok ilginç bir husus dikkatimi çekti: Tebliğinin özetinden son derece birikimli ve münevver olduğunu anladığım bir profesörün tebliğinin özellikle Rusça sunmadaki ısrarı idi. Bu hocamız zaman zaman ana dili olan Özbekçe ile konuşmaya başlayınca heyecanla duruyor, düzeltiyor ve yeniden Rusça başlıyordu. Daha sonra kendi sahasında son derece yetkin olan ve benimle de Türkiye Türkçesi konuşan bu üstazın Moskova Üniversitesi’nde çalışmakta olduğunu ve bu üniversite adına Kongreye katılım sağladığını öğrendim.
Diğer taraftan devletin özgürce yaşayabilmek için şart olduğunu ve devletin bir halk için özellikle de bağımsızlığına çok düşkün olan Türk Halkları için hayati olduğunu bir defa daha idrak ettim. Mevcut Türk Devletlerinin her birinin kendi halklarının kültürel normlarına en uygun atmosferi meydana getirmeye çalıştığını ise büyük bir sürurla Özbekistan özelinde müşahede ettim. Ve Türklük adına ümitle doldum: Eğer devletiniz yok ise siz birey planında birçok şey olabilseniz dahi, başkalarının nezdinde bihakkın ihtirama layık bir şey olamaz ve hak ettiğiniz kıymeti asla bulamazsınız.
Kadim Türkistan bizim membaımızdır. Özbekistan Türk Devleti ise bizim parlayan yeni devletlerimizdendir. Özbekistan Devleti, halkını Türk ve Müslüman kılan tüm hususiyetleri, tarihi mirasın ve kadim geleneğin remzi olan asarın ihyasıyla zaten ispat edip göstermektedir. Bu gayret ve kararlığı gösteren devlet ulularını ve bu uğurda hizmeti geçen mevcut ve bir önceki Devlet Başkanlarını şükran duygularımızla gezimiz boyunca takdir ettik. Özbekistan şehirleri huzurlu ve düzenli yapılar. Hiçbir aşırı hareket, azgın ve taşkın davranışa tanık olmadım. Son derece efendi ve bulunduğu ortamın gereklerine uygun davranan medeni insanların yaşadığı güven veren şehirler gördüm. Kendi yaşam biçim biçimini taciz edercesine belirginleştiren hoppa gençlerin uygunsuz davranışlarını ne kampüste ne de sokaklarında (camii ve düğünleri de dahil) görmedim, rastlamadım.
Özbekistan'da seyahat ettiğimiz şehirlerde yeni tanıştığımız insanlar birkaç cümleden sonra bizim Türkiye Türkçemizi anlıyorlar ve yüzleri aydınlanıyordu. Türkiye’nin büyük ve güçlü bir ülke olmasından (bizim Özbekistan ile iftihar etmemiz gibi) adeta gurur duyuyorlardı. Katıldığımız bir Özbek düğünündeki gördüğümüz manzaralar ve yaşadığımız olaylar bu düşüncelerin adeta birer burhanı gibiydi. Seyahatimizi ait intibalarımızı devamını ilerleyen günlerde paylaşmak üzere hoşça kalınız.
Prof. Dr. Münir Dedeoğlu / ENP
Yorumlar
Kalan Karakter: