Semerkant yolculuğuna başlamadan önce iştirak etmemiz gereken bir Özbek düğününe (Mirsadık Beyin Kızının) ulaşmak için yola çıktık yarım saatlik bir mesafeden sonra sabahın erken saatinde başlayan bu düğün salonunda hemen herkesin hazır bulunduğunu müşahede ettik: Bu düğün din büyüklerinin irşadı, hazirunun tanıklığıyla Velilerin izin ve onayıyla gerçekleşen nikah akdi, taraflarının hediyeleşmesi ve “Nehar Aşı” birlikte yenilmesi ve toplu dua ile tamamlanan bir süreç olup gelin ve güveyi hazır olmadığı ve son derece temiz ve muhteşem bir salonda gerçekleşen bir “Velime Merasimi” idi.
Düğün sahipleri büyük bir zerafetle bizi içeriye davet ederek önceden ayrılmış bir masaya oturttular. Manzara şu idi: Oldukça büyük bir salon olan düğün merasim mahalli iki kısma ayrılmış ve kapının tam karşısındaki arka duvarın tam önüne büyük bir merasim platformu yapılmış ve üzerinde çiçeklerle bezenmiş gösterişli 2 büyük koltuk ve yine gösterişli bir masa bulunmaktaydı. İlk anda gelin ve damadın gelip oturacakları yer zannettim. Fakat durum daha sonra anlaşılacaktı. Salonun içi oldukça zarif döşenmiş adeta bizdeki Çırağan Sarayı’nın çağdaş bir versiyonu gibiydi. Oysa daha sonra öğrendiğime göre Özbek kültüründe düğünler ailelerin hazır olduğu ama kadınların ile gelin ve güveyinin hazır bulunmadığı haremlik ve selamlık şeklinde yapılmaktaymış.
Sabah yedide başlayan düğünün birinci gününde her iki tarafın erkeklerinden oluşan topluluk bu merasime iştirak ediyor akşam düğününe ise yine iki tarafın sadece kadınları bir araya geliyor ve böylece düğün merasimini ifa ediyorlardı. Bizdeki Kına gecesi ve Düğün ayırımı gibi bir uygulama söz konusudur.
20 dakika kadar gecikmeli katıldığımız bu düğün merasimi henüz başlamamıştı. Çünkü çok itibar ettikleri Türkiye’den bizim geleceğimizi duydukları için işin doğrusu düğüne hazırlık safhasını ev sahipleri birazcık ağırdan aldıklarını bizim gelmemizle işi hızlandırmalarından hemencecik anladım.
Yukarda bahsettiğim düğünün büyük platformunda baktım ki damat ve gelin yerine iki bilgini yer almışlar ve biz yerimize geçince euzu besmele çekerek kısa bir Kur’an kıraatinden sonra söze başladılar. Düğünün ana konusu “evlilik merasimi” olmakla beraber başat unsur çalgı/çengi ve şarkıcılar değil din insanı “ulu bilginler” idi. Düğün merasimi onların irşat ve direktifleriyle şekilleniyor, düğün sahipleri ise onların sözleri ile hareketleniyor ve gereğini yapıyorlardı: Bu insanlar, mevcut topluluğa bir kuru vaiz edası ile değil de daha çok karşılıklı bir dertleşme edasıyla ve çok yumuşak tavırlarla tavsiyelerde bulunmaktaydılar. Hiç kimsede “amaaaaan bir an önce şu vaaz bitse havası (ben hariç) yoktu”. Burada bu duygularımın analizini yapacak değilim. Ama bunda kalbimin katılığından başka ihlassız konuşmaların da belli bir oranda etkisi olsa gerek diye düşünüyorum.
Ama hazirunda hiç öyle olmadığı gibi hocaların konuşmalarına gösterdikleri dikkat asıl benim dikkatimi çekiyordu. Hayırlı bir iş için toplanan bu insanlar hiçbir hayırsızlığa yer vermeden büyüklerine asli ve yönlendirici konumuna oturtmuşlar ve dikkatle onları dinliyorlardı.
Din uluları, evliliğin İslam açısından önemini, hayırlı evlat yetiştirmenin değerini, aile içi mahremiyet ve hukukun gözetilmesi gerekliliğini, evliliğin peygamberimizin sünneti olduğunu, aile hayatının Müslüman özelliklerinin muhafaza edilmesi gibi konularda çok uzun ve boğucu olmayan bir tarzda izahatta bulundular. Konuşulanları erkek tarafı ve kız tarafı büyük bir dikkatle dinliyor ve sükûnet içinde bilginlerin konuşmalarını takip ediyorlardı. Birisi azami 10 dakika konuşuyor ve hemen mikrofonu diğerine takdim ediyordu. Eline mikrofonu alınca saatlerce konuşan ve insanları usandıran hocalar bilmeden kendi değerlerini düşürürken bu bilginler 5-6 dakikalık aydınlatıcı bir konuşmadan sonra diğeri hemen bir parça kuran okunuyor öbür hoca efendi bu ayetleri, insanların anlayacağı şekilde izah ediyordu. Daha sonra İslam büyüklerinden özlü sözler ışığında yine hayırlı evlat yetiştirmekten, zinadan uzak kalmaktan, ailesine sadık olmaktan, helal rızık temin etmekten, babaya-ataya saygıdan, İslam’a hürmetten söz ettiler ve bu konuları hiç sıkıntı vermeden (komut şeklinde değil) biz yapmalıyız, biz etmeliyiz şeklinde kendilerini de işin içine katarak bir bilgilendirme ve irşatta bulundular. Bu arada erkek ve gelin tarafı iki farklı yerde oturdukları için karşılıklı hediyeleşmelerde bulundular ve düğün sahibine birtakım hediyeler takdim edilerek düğün merasimi tamamlanmış oldu. Daha sonra Türkiye’den gelen bizleri topluluğa takdim ettiler ve bu vesileyle Türkiye ve İslam dünyasının ilişkilerine dair ümit verici sözler sarfettiler. Ve Türkiye’ye Özbeklerce yüklenilen misyonu dile getirdiler. Ve dualar edildi. Bu sırada tam bir sessizlik içinde yemek servisleri yapıldığı için yemeğe geçildi ve ardından yine dualar edildi, duadan sonra din uluları, düğün sahipleri ve biz kendi aramızda kısaca sohbet ettikten sonra vedalaştık. Tüm düğün merasimi birçok saat zarfında tamamlandı ve bitti.
Anlaşılıyordu ki Özbekistan’da en başta evlilik müessesesi ve aile kurumunun nasıl olması gerektiği noktasında din bilginleri belirleyici ve söz sahibiydiler. Çünkü düğün merasimi boyunca bu insanlar en görkemli yerde büyük bir saygıyla oturtulmuş ve onların ne diyeceğine diğer insanlar dikkat kesilmiş idi. Bu insanlar (bizdeki gibi) değişik toplantılarda bulunan din adamlarını bir kıyıya itilmiş, ezik bir vaziyette tutmuyorlar. Tam aksine adeta hocaların ağzından çıkan tüm sözleri emir telakki ediyorlardı. Bu düğünün odak noktası olan hocalardan bir tanesini ismi Sünnetullah Hoca efendi ve akademik çalışması olan bir din bilgini idi. Hocaefendiler Türkiye’yi çok sevdiklerini ve İslam dünyasının umudunun Türkiye olduğunu ifade ettiler.
Düğün merasiminin hitamından sonra Semerkant yolculuğumuz Elbek’in şoförlüğünde başladı ve yol üzerindeki Cizzah şehrine değin durmayarak devam etti.
Cizzah’da Jizzah Devlet Pedagoji Üniversitesinde Hoca olan Şahiste Hanım ve kıymetli eşi Mirkamil Beyi ziyaret ettik. Hava orta sıcaklıkta olmasına karşın hafif ve güzel bir rüzgâr estiğinden ötürü çok güzel ve aydınlık bir gündü.
Üniversite mensubu akademisyenler bizi, yine Türklere has konukseverlikle karşıladılar. Yeri gelmişken hemen belirteyim ki misafirperverlik dünyada biz Türklere özgü bir haslet. Misafiri aziz bilmek ve misafiri, yolcuyu, yetimi taziz etmek sadece Türk halklarında çok belirgin biçimde milli bir özellik olarak karşımıza çıkıyor: Medeniyet, insanlar arası ilişkileri nasıl gerçekleştirdiğinizle ilgili bir konsepttir. Ve karşıtı vahşettir.
Bu yüzden bir insanın Türklüğünü konuksever olup olmadığından hareketle ölçerseniz, sanırım hiçbir zaman yanılmazsınız. Sanki Türkler misafir de “tanrısallık” işmam eden, lahuti bir hasiyet görür. Bu yüzden misafir, Türk Töresinde asla “külfet” görülmez ve başka milletlerde olduğu gibi misafire “taarrüf” de yapılmaz.
Üniversite’de bizi Cumartesi olmasına karşı rektör yardımcısı Prof. Dr. Gayret Kadirov okulda çok kardeşine ve muhabbetle karşıladı. Tanışma ve muarefeden sonra Rektör Yardımcısı Gayret Bey, Türkiye-Özbekistan Üniversitelerinin ve türdeş bölümlerinin iş birliğinin önemine dikkat çekerek bu iş birliklerin önem, değer ve zaruretinden söz ettiler. Sözlerinin sonuna doğru bizde “tağ, tağa kavuşmaz, adam, adama kavuşur” derler deyince ben de gülerek bizde de bir söz vardır: “Dağ, dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” derler deyince Üstaz bu sefer “aynı millet olunca, böyle oluyor, dedi” biz ve hazirun bunun üzerine gülüştük. Çünkü gerçekten de bu ve benzeri birçok ortak değerler, deyişler, darbımeseller, aynı tepki ve davranışlar aynı kültürün iki farklı havzası olduğumuzu açıkça tebeyyün ve tebellür ettiriyordu.
Daha sonra meslektaşlarımız bizi Türkiyat ve Tarih Bölümü öğrencilerinin derslerine davet ettiler. Ve biz sınıfa girince tüm öğrenciler ayağa kalkarak bize yani onların gözünde bilginin/biligin sembolü olan ilim sıfatımıza hürmet ettiler. Buna hiç şaşırmadım. Çünkü bir zamanlar benim öğrenciliğimde de bu davranış, bizim derste, okulda hocalarımıza karşı cari olan bir ihtiramımızın ifadesi olarak mevcuttu. Sonra birileri kasten bu saygı ifadesinin ve selama biçimlerini okullardan kaldırdı: Artık öğrenci değil yolda, koridorda; ders esnasında bile hocayla göz teması kurmuyor. Hocasının sorduğu soruyu kendine asla muhatap almıyor. Ve birçok öğrenci elindeki cep telefonunda “balon patlatmaca oynuyor”, “dersini anlattın artık çek git beni rahat bırak” modunda hareket ediyor. Buna müsaade etmeyen hocaları gerici, tutucu; buna çanak tutanları ise “arkadaş gibi hoca” ilan ediyorlar. Oysa bir akademisyenin asli vazifesi talebeyle sınıf arkadaşı olmak değil, öğrenciyi “istendik yönde kendisi vasıtasıyla yetiştirmek” ve bu doğrultu da derslerini yürütmektir.
Artık okullarda geçerli olan birçok hasletimizi modernleşme ve ilericilik adı altında yok ettik veya modern olmak “terbiyesiz” olmaktır anlamına gelecek tarzda davranış modellerini kasten okullara egemen kıldık. Evlerimizde terbiyeli olmak ezikliktir, diyen tv kanallarına çocukların eğitimini bilinçsizce terk ettik. Artık çocuklarımızı, evlerde dede ve nineler değil TV kanalları şekillendiriyor.
Çocuklarımız cehaletin öz güveni altında kendilerine ilişkin bir öz algısı olmaksızın yetişiyorlar. Ve büyük ideallerden mahrumlar. Bir önceki neslin temsil ettiği değerlere karşı bir ecnebi kadar ilgi duymuyorlar. Ve tüm bunlara yönelik bizim basmakalıp çözümlerimizin dışında eğitim camiası olarak hiçbir önerimiz mevcut değil. Çünkü bizler kendi değerler dünyamızın norm ve kodlarına karşı yadsınamaz bir şekilde bir tuhaf aşağılık duygusu içindeyiz. Ve modern dünya karşısında milletimizin ruh köküne yabancılaşmış müstagribeler olarak çocuklarımıza, gerçek manada kendi değerlerimizi temsil mevkiinde de değiliz. Bu yüzden Z-Kuşağı, sadece bencilce duygularını doyurma gayretindeki bencil varlıklara dönüştüğünü görmüyoruz: Türkün mana cevherini kimler temsil edecek?
Özbekistan gezisi boyunca zihnimde şu düşünceler beni hep rahatsız etti: Meğer Sovyet rejiminin materyalist eğitim cenderesinden geçen Özbekler değil, bizmişiz. Vahşi kapitalizmin tüm beşeriyeti tehdit eden insan telakkisinin tehlikesini hiç ama hiç anlamamışız. Veya bir zamanlar geçerli olan “toplumun tamamının ortalama ve azami ortak fayda ve mutluluğu için” bireyin içgüdülerini devlet eliyle dizginlemeyi, Batıcılık rüyasının etkisiyle çok yanlış anlamışız. Çok açık görülüyor ki toplum içindeki insan davranış ve eylemlerini ya değer yargıları ya da içgüdüler yönetecektir. Bir eğitimci olarak Türk Eğitim sisteminin sadece eğitimcilere terk edilemeyecek kadar önemli olduğunu Türkistan’da idrak etmiş bulunuyorum. Değişik iki ilinde biri özel diğeri devlet üniversitesinin kampüsünde Yüksek Okulun genç öğrencilerinde (daha doğrusu Özbek gençlerinin kendi sosyal ortamları da dahil) hiçbir aşkın ve taşkın hal ve tavır görmedim.
Özbekistan genç öğrencilerine hitap etme fırsat ve onurunu yaşadım. Nerdeyse bir ders saati süresince onlara “Türk olmanın, Türkçe konuşmak olduğunu (Türk dilinin yaşattığı ve onun taşıdığı kültürü özümsetmesi bağlamında), Türk kalabilmek için bir devlete (kut) sahip olmak gerektiğini bu yüzden Özbekistan’ın kıymetini bilmelerini ve özel hayatlarında Türk kalmak için ecnebiler gibi öz yaşam sürmemelerinin zaruri olduğunu değişik açılardan izah ettim bu esnada bazı öğrencilerin baş hareketleri beni anladıklarının ve onayladıklarını görmek ise aldığım en büyük ödül oldu: Ve nihayet Semerkant…
Prof. Dr. M.Münir Dedeoğlu / ENP
Yorumlar
Kalan Karakter: