Washington Şam eksenindeki pazarlıkların SDGyi büyük ölçüde ilgilendirdiği anlaşılıyor.
Muhtemelen Ankara’daki hükümetin bilgisiyle yürütülen görüşmelerin son aşamasında Şam sokaklarında billboardlara ABD Başkanı Donald Trump ‘un resimleri asıldı. Bu ne anlama geliyor? Parayı veren düdüğü çalar mı? Bal tutan parmağını yalar mı? Mühür kimdeyse Süleyman o dur mu?
Ankara ile daha uyumlu bir çizgide ilerleyen yeni yönetimle, Türkiye’nin Suriye politikası daha farklı bir düzlemde şekillendiği izlenimi kimseyi yanıltmasın. Çünkü evdeki hesabın çarşıya Ankara'daki hesabın da Şam’a uymadığı kısa sürede görüldü.
ABD-SDG arasındaki ensest ilişki maalesef belirleyiciliğini sürdürüyor. Bu reel politik durum, Türkiye’nin Suriye politikasını dar bir çerçeveye dahil edildiğini gösteriyor. Bu nedenle ABD’nin SDG’ye desteğinin Türkiye açısından yarattığı stratejik sıkışmayı hem de Ankara’daki güvenlik kurumları arasında Suriye politikasına dair yaklaşım farklarını içeren, daha kapsamlı ve bütünlüklü bir değerlendirmenin yapılması gerekiyor.
Suriye politikası üzerine geniş açıdan bir değerlendirme
Baba tarafından Irak kökenli Bangladeşli, anne tarafından ise Gürcü etnisitesine mensup, Amerikalı diplomat (bazılarına göre tescilli CIA ajanı) Joseph Pennington ile evli, ABD merkezli haber sitesi Al-Monitörde çalışan Amberin Zaman, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ya da Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) Başkanı İbrahim Kalan’ın Abdi ile görüşeceğini iddia etmiş.
Amberin Zaman’ın çalıştığı ve katkı sunduğu kuruluşlardan aldığı, çalışma alanı Ortadoğu ve Türkiye olan CIA ajanı eşinin verdiği bilgiler onun bu konuda gerçekleşmesi mümkün olaylar örgüsünün ve bilgi ağının bir parçası olduğunu gösteriyor.
Türkiyeli politikacılar, halkın ilgisizliğini ya da bilgiye erişim konusundaki engelleri adeta bir sis perdesi gibi kullanıyor. Gerçeği eğip bükmekte, nabza göre şerbet vermekte ustalar. Bugün başka, yarın bambaşka konuşabiliyorlar; çünkü toplumun hafızasına güvenmiyor, sorgulamayan kalabalıkların arasında kaybolabileceklerini sanıyorlar. Ama unuttukları ne biliyor musunuz? Emile Zola’nın dediği gibi, "Gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır."
Amerika Birleşik Devletleri’nin Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) verdiği süreklilik arz eden destek, Türkiye’nin Suriye politikasındaki en hassas ve kırılgan başlıklardan biri olmayı sürdürüyor. Washington’un bu yapıya sağladığı askeri ve siyasi koruma kalkanı, Türkiye açısından sadece sahadaki güvenlik dengesini tehdit etmekle kalmıyor; aynı zamanda Ankara’nın diplomatik manevra alanını daraltarak, Türkiye’nin terörle mücadele çerçevesinde oluşturduğu uluslararası tezlerin sorgulanmasına da neden oluyor.
Türkiye'nin Suriye politikasında baskın kurum hangisi?
Son dönemde ortaya atılan, ABD’nin Türkiye ile SDG arasında arabuluculuk yaptığına dair iddialar, bu rahatsızlığı daha da derinleştiriyor. Ankara, böyle bir süreci SDG’yi meşrulaştırma çabası olarak görüyor ve bunu doğrudan ulusal güvenliğine yönelik siyasi bir tehdit olarak algılıyor.
Zira Türkiye için SDG, PKK’nın Suriye kolu niteliğinde bir yapı ve bu nedenle bir terör örgütü. ABD'nin, SDG’yi meşru bir aktör olarak konumlandırması, Türkiye açısından sadece bir dış politika çelişkisi değil, aynı zamanda iç kamuoyunda da ciddi bir siyasi baskı konusu.
Bu noktada önemli olan bir diğer dinamik, Türkiye’nin Suriye politikasının yalnızca siyasi iktidarın merkezinden yürütülmediği; aynı zamanda güvenlik bürokrasisinin farklı kademelerinde farklı öncelikler ve stratejik bakış açılarıyla şekillendiği gerçeğidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yakın çevresindeki diplomatik kadrolar, yeni Şam yönetimiyle doğrudan temaslar yoluyla yeni bir denge kurmaya istekli bir yaklaşım sergilerken; Genelkurmay Başkanlığı ve askeri çevreler daha ihtiyatlı, daha güvenlik odaklı bir duruş benimsemektedir.
Sahadaki askeri dengeleri doğrudan yöneten ordu, SDG’nin tamamen tasfiye edilmeden ya da etkisiz hale getirilmeden herhangi bir siyasi sürece dâhil edilmesine sıcak bakmamaktadır. Bu çerçevede ordu, “önce güvenlik, sonra siyaset” yaklaşımını esas alarak sahada daha sert ve sonuç odaklı bir strateji izlemektedir.
Buna karşın Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT), Türkiye’nin Suriye’deki çıkarlarını çok boyutlu bir yapıda takip eden, diplomatik ve askeri alanlar arasında geçişkenlik kurmaya çalışan daha esnek bir pozisyon almıştır. MİT gerek rejimle dolaylı temaslar kurma gerekse SDG içerisindeki çözülmeleri takip etme bakımından sahada etkin bir pozisyon elde etmiş; zaman zaman Dışişleri ve TSK arasında köprü rolü oynamıştır. Bu da Ankara’daki güvenlik mimarisinin tek sesli değil, çok merkezli bir yapıya büründüğünü ve her kurumun Suriye’ye dair farklı senaryoları masada tuttuğunu göstermektedir.
Dışişleri Bakanlığı ise bu denklemde klasik devlet diplomasisinin sınırları içinde hareket etmeye çalışmakta, fakat zaman zaman hem siyasi karar alıcılardan hem de güvenlik kurumlarından gelen farklı baskıların etkisiyle çok net pozisyonlar almakta zorlanmaktadır.
Özellikle ABD ile ilişkilerde oluşan hassas dengeler nedeniyle, hem NATO müttefiki olarak Washington’la köprüleri atmamak hem de sahada doğrudan Türkiye’yi tehdit eden bir yapıya verilen desteği dengelemek kolay değildir. Bu da Dışişleri’nin zaman zaman sessiz kaldığı, zaman zaman çelişkili açıklamalar yaptığı bir duruma yol açmaktadır.
Sonuç olarak, ABD’nin SDG’ye yönelik desteği, sadece Türkiye’nin dış politikasını değil, aynı zamanda devletin içindeki güvenlik ve diplomasi kurumlarının pozisyonlarını da şekillendiren bir etken haline gelmiştir. Ankara’nın bu yapıya karşı verdiği mücadele, sadece sahada yürütülen bir operasyonlar zinciri değil; aynı zamanda içeride farklı güç merkezlerinin koordinasyonuyla sürdürülen karmaşık bir strateji oyunudur.
ABD’nin arabuluculuk girişimleri, Türkiye açısından kabul edilemez olsa da, bu girişimler Türkiye’nin uluslararası zeminde güvenlik tezlerini savunmasını daha karmaşık hale getirmekte; özellikle Avrupa başkentlerinde SDG ile diyalog çağrılarının daha fazla ses bulmasına neden olmaktadır.
Tüm bu gelişmelerin ortasında Ankara, bir yandan kendi güvenlik önceliklerini korumaya çalışmakta; diğer yandan Suriye’de yeni şekillenen dengeyi kaçırmadan siyasi çözüm sürecine dâhil olmanın yollarını aramaktadır. Bu süreçte Türkiye’nin en büyük riski, kurumlar arası eşgüdümün zayıflaması ya da sahadaki kırılgan dengelerin içeride stratejik çatlağa dönüşmesidir.
Dolayısıyla önceki klasik ezberlerin artık bütünüyle geçerli olmadığı bir dönemden söz ediyoruz. Ankara’nın, bu yeni dönemde hem diplomatik hem de askeri düzlemde daha fazla esneklik kazandığı; ancak bu esnekliğin devletin bütün kademelerinde aynı şekilde algılanıp uygulanmadığı da anlaşılıyor. Bu bağlamda, Türkiye’nin Suriye politikasını sadece iktidar merkezli dış politika okumalarıyla açıklamak artık yetersiz kalıyor; ordu, istihbarat ve diplomasi gibi çeşitli kurumsal aktörlerin farklı yaklaşımlar geliştirdiği bir döneme girilmiş durumda.
Türkiye’de SDG’ye ve Mazlum Abdi’ye farklı yaklaşımlar
Türkiye, SDG'yi PKK'nın Suriye kolu olarak nitelendiriyor ve bu nedenle örgütün siyasi ya da askeri olarak tanınmasına karşı çıkıyor. Mazlum Abdi ile doğrudan ya da dolaylı görüşme iddiaları net bir dille yalanlanmakta; bu da Ankara’nın kırmızı çizgilerine bağlı kaldığını gösteriyor.
Ancak SDG'nin, Türkiye ile doğrudan ve dolaylı iletişim kanallarının olduğunu söylemesi, sahada karşılıklı temasların tamamen imkânsız olmadığını, ancak resmiyet kazandırılmadığını düşündürüyor. Türkiye, bu temasların ifşa edilmesini istemeyebilir; çünkü iç kamuoyu ve güvenlik politikası açısından PKK ile ilişkilendirilen bir aktörle müzakere, siyasi maliyet doğurur.
ABD’nin arabulucu rolüne soyunması, Türkiye açısından diplomatik alanda manevra alanını daraltıyor ve kendi güvenlik tezlerini Washington'a kabul ettirmesini zorlaştırıyor. Türkiye’deki iktidar SDG ile Suriye ordusu arasında yapılan entegrasyon anlaşmasını destekliyor görünse de bu sürecin ağır ilerlemesi ve Abdi’nin “siyasi âdem-i merkeziyetçilik” söylemleri, Türkiye için tehlike sinyali anlamına geliyor. Çünkü bu, Suriye'nin kuzeyinde yeni bir ‘fiili Yapı’nın kalıcılaşması demektir.
SDG ile Şam arasında imzalanan entegrasyon anlaşması, Türkiye’nin istediği sonucu doğurabilir gibi görünse de, SDG’nin oyalayıcı tavırları ve federal/özerk yapı talepleri, sürecin Ankara lehine gelişmesini engelliyor.
Türkiye, SDG'nin dağıtılmasını, yabancı savaşçıların çıkarılmasını ve Suriye ordusuna entegrasyonu savunuyor. Türkiye, Suriye'de sahadaki kontrol alanlarını korurken diplomatik düzlemde hem SDG’nin otonomi planlarını hem de ABD’nin arabuluculuk çabalarını baskı altına almaya çalışıyor. Bu o kadar da kolay değil.
Nitekim SDG'nin Şam ile yaptığı anlaşmayı oyalama taktiğiyle geciktirmesi ve ABD'nin destek pozisyonunu sürdürmesi, Türkiye'nin işini zorlaştırıyor. Şu aşamada Türkiye, SDG'nin özerklik hayalini engellemek ve Suriye'nin kuzeyinde fiili bir “Kürt devleti” oluşmasını önlemek için hem askeri hem diplomatik baskıyı artırıyor.
ABD'nin SDG'ye verdiği destek, Türkiye’nin en büyük rahatsızlık noktalarından biri olmayı sürdürüyor. Washington’un, Türkiye ile SDG arasında arabuluculuk girişiminde bulunduğu iddiası, Türkiye için, bir yandan ABD'nin SDG’yi meşrulaştırma çabası olarak algılanırken, diğer yandan uluslararası zeminde Türkiye’nin güvenlik tezlerinin sorgulanmasına yol açıyor.
Suriye'deki yeni yönetimin Baas rejiminden farklı olarak Türkiye’ye karşı daha yapıcı, daha diyaloğa açık ve bölgesel istikrarı önceleyen bir duruş sergilemesi, Ankara açısından önemli bir fırsat görülüyor.
Suriye’de Ahmet el Şara liderliğinde şekillenen yeni yönetim, ülkenin kuzeyindeki ABD destekli SDG ile doğrudan çatışma yerine, sınırlı iş birliği ve yerel düzeyde uzlaşı arayışını önceleyen bir politika benimsemektedir. Bu yaklaşım, Türkiye'nin terörle mücadele ve sınır güvenliği konusundaki beklentileriyle tam anlamıyla örtüşmese de sahada istikrarlı bir denge kurulması adına Ankara tarafından dikkatle izlenmektedir. Şam yönetiminin fiilî özerklik eğilimlerine karşı merkeziyetçi duruşunu koruması ise, uzun vadede Türkiye ile diplomatik normalleşme sürecinin önünü açabilecek ortak bir zemin olarak değerlendirilmektedir.
Ankara kalesinde kaç pencere var?
Ancak işin kritik tarafı şu: Ankara'da bu yeni süreci herkes aynı pencereden okumuyor. Cumhurbaşkanlığı çevresinde, özellikle Erdoğan’a yakın diplomatik ve siyasi kadrolar, bu yeni durumu pragmatik bir açılım fırsatı olarak görürken, güvenlik bürokrasisi içinde – özellikle ordu kanadında – daha temkinli, daha ihtiyatlı bir yaklaşım dikkat çekiyor.
Genelkurmay Başkanlığı ve Suriye sahasında aktif olan bazı komutanlıklar, SDG ve PKK unsurlarının tamamen ortadan kaldırılmadan atılacak siyasi adımların, kalıcı bir çözüm yerine sahada yeni karmaşalara yol açabileceğini düşünüyor. Yani "önce güvenlik, sonra siyaset" yaklaşımı, askeri bürokraside hâlâ baskın.
Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) ise bu iki görüş arasında denge kurmaya çalışan, sahadaki gerçeklerle diplomasinin beklentilerini eşzamanlı götürmeye çalışan bir konumda duruyor. MİT, yeni Suriye yönetimiyle teması erken aşamalarda başlatan ve bu süreci zamana yayarak Türkiye'nin pozisyonunu güçlendirmeye çalışan bir yapı olarak öne çıkıyor. SDG ile ilgili olası müzakereler, bu bağlamda tamamen dışlanmasa da MİT ve Dışişleri’nin farklı dozlarda yaklaştığı bir konu haline gelmiş durumda.
Bir başka önemli fark da şu: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasal dili hâlâ sert ve kararlı bir güvenlik söylemi etrafında şekillenirken, diplomatik kanatlar daha esnek, zamana yayılmış ve çözüm odaklı bir üslubu tercih ediyor. Bu da Ankara'da kurumsal düzeyde örtük bir stratejik yaklaşım farkının olduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın içerideki sert güvenlik retoriğini sürdürmesi kaçınılmaz görünürken, bürokrasinin bazı unsurları daha "yeni denge" arayışlarına yöneliyor.
Sonuç olarak, Türkiye’nin Suriye politikası artık klasik düşmanlık veya dostluk ikileminin ötesine geçmiş durumda. Yeni Suriye yönetimiyle birlikte Ankara için hem askerî hem diplomatik açıdan yeni bir oyun sahası açılmış durumda. Ancak bu sürecin ne kadar sağlıklı ve eşgüdümlü yürütüleceği, Ankara’daki kurumlar arası uyuma bağlı.
Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri, MİT ve TSK arasında belirginleşmeye başlayan yaklaşım farkları, bu sürecin en zayıf halkasını oluşturuyor. Eğer bu farklılıklar stratejik bir koordinasyonla yönetilmezse, sahadaki kazanımların kalıcı siyasi çözüme dönüşmesi de o denli zor olacaktır. Özellikle SDG’nin geleceği, Türkiye-Suriye normalleşmesinin rotasını belirleyecek temel başlık olmaya devam edecektir.
Ömür Çelikdönmez / ENP
Gerekçeli Kaynakça
https://ctc.westpoint.edu/turkeys-tangled-syria-policy/
https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/syria/080620252
https://arabcenterdc.org/resource/confusion-in-turkeys-regional-foreign-policy/
https://web.archive.org/web/20200925004503/http://uplbooks.com.bd/outlets
https://www.enphaber.net/israil-turkiyeye-sart-kostu-suriyede-askeri-us-yok/322
https://www.mirahaber.com/abd-teyit-etti-sdgye-verilen-destek-surecek-1526100.html?
https://x.com/Milli_direnis/status/1931419952541491362?t=e261MuYNia8OAMbADVzAsA&s=19
https://medyascope.tv/2025/05/30/iddia-ibrahim-kalin-veya-hakan-fidan-samda-mazlum-abdi-ile-gorusecek/
https://apnews.com/article/turkey-syria-agreement-sdf-kurds-60756c96b30fb59bc03e009fddc165d0
https://www.tesaaworld.com/en/news/israel-imposes-its-conditions-on-turkey-preventing-military-bases-in-syria
https://haber.sol.org.tr/haber/sdg-komutani-turkiye-icinde-bir-cozum-gelisirse-suriye-kurtleri-bunu-destekleyecektir-395806?
https://www.atlanticcouncil.org/in-depth-research-reports/issue-brief/turkey-managing-tensions-and-options-to-engage-2/
https://www.erajans.com.tr/zamir-turk-liderlerle-yapilan-gorusmelerde-turkiye-israilin-suriyedeki-kirmizi-cizgilerini-kabul-etti/
https://turkish.aawsat.com/arap-dünyasi/5149623-türrkiye-abdinin-doğrudan-temas-açıklamaları-ve-abd-raporlarının-ardından
https://www.reuters.com/world/middle-east/turkey-backing-syrias-military-has-no-immediate-withdrawal-plans-defence-2025-06-04/
https://www.dikgazete.com/yazi/idlibte-ruslarla-catismadan-once-ayetullah-mike-in-turkiye-deki-akrabalarina-dikkat-makale,2118.html-2118.html
Yorumlar
Kalan Karakter: