Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana ulus devlet ve üniter yapı ilkelerine dayalı bir sistemle yönetilmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, Lozan Antlaşması (1923) ile uluslararası tanınırlık kazanan bu yapı, Türkiye’nin bağımsızlığının, toprak bütünlüğünün ve birliğinin teminatı olmuştur.
Ancak, son yıllarda PKK terör örgütü ve onun siyasi uzantısı olarak görülen yapılar, özellikle eski HDP’nin devamı niteliğindeki DEM Partisi tarafından dile getirilen talepler—Kürtçe’nin ikinci resmi dil olması, yerel yönetimlere “özerklik” adı altında geniş yetkiler tanınması ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde fiili bir ayrı yönetim modeli—bu temel yapıyı sorgulayan bir tartışma zeminine çekilmekte, hatta bazı kesimlerce “Lozan’ı tartışmaya açma” gibi cesur adımlarla birleştirilmektedir.
Bu yazıda, Türkiye’nin “terörsüz Türkiye” hedefi doğrultusunda başlattığı süreçte, bu taleplerin ulus devlet ve üniter yapısına yönelik potansiyel tehditlerini, reel politik, objektif, hukuki, etik, teknik, siyasi ve uluslararası boyutlarıyla derinlemesine ele alacağız.
Türkiye’nin ulus devlet modeli, farklı etnik ve kültürel grupları “Türk milleti” kimliği altında birleştirme amacı taşır.
Anayasa’nın 3. maddesi, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” ifadesiyle bu ilkeyi net bir şekilde ortaya koyar.
PKK terör örgütü, 1984’ten bu yana sürdürdüğü silahlı mücadeleyle, bu birliği hedef alan eylemler gerçekleştirmiştir.
Örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın ve siyasi uzantısı olarak görülen DEM Partisi’nin öne sürdüğü talepler—Kürtçe’nin ikinci resmi dil olması, yerel yönetimlere geniş yetkiler verilmesi ve özerklik gibi öneriler—doğrudan bu üniter yapıyı zorlayan bir nitelik taşımaktadır. Son gelişmeler, özellikle PKK elebaşı Murat Karayılan’ın 21 Mayıs 2025 tarihindeki “Türk devleti yola gelmezse, şiddette ısrar ederse, anladıkları dilden gerekli cevabı vermesini de biliriz” şeklindeki tehditkâr açıklamaları, bu taleplerin barışçıl bir çözüm arayışından ziyade bir baskı ve dayatma aracı olarak kullanıldığını göstermektedir.
Reel politik açıdan bakıldığında, bu taleplerin Türkiye’nin egemenlik haklarına ve toprak bütünlüğüne yönelik bir meydan okuma olduğu açıktır. Kürtçe’nin ikinci dil olması, sadece kültürel bir hak talebi gibi sunulsa da, pratikte devletin resmi dil politikasına müdahale anlamına gelir. Anayasa, Türkçeyi devletin resmi dili olarak tanımlar ve bu, ulus devletin birleştirici unsurlarından biridir. Çok dillilik, bazı Avrupa ülkelerinde (örneğin, Belçika) uygulanabilir bir model olsa da, Türkiye’nin coğrafi, demografik ve jeopolitik koşulları, bu tür bir yapının bölünme riskini artırabileceğini göstermektedir.
Yerel yönetimlere “özerklik” talebi ise, üniter yapıyı aşındırarak federal veya konfederal bir sisteme kapı aralayabilir. Demokratik özerklik gibi kavramlar, teoride “yerinden yönetim” ve “katılımcı demokrasi” gibi masum görünse de, PKK’nın KCK Sözleşmesi’nde açıkça görülen etnik temelli bir yönetim modeli ve “öz savunma” adı altında silahlı yapılara meşruiyet sağlama çabası, bu taleplerin fiili bir paralel devlet oluşturma amacı taşıdığını düşündürmektedir. Güneydoğu’ya “karışma”nın engellenmesi ise, Ankara’nın merkezi otoritesini reddederek, bölgenin ayrı bir siyasi varlık gibi hareket etmesine zemin hazırlar; bu, açıkça bölücülük olarak tanımlanabilir.
Hukuki boyutta, bu talepler Anayasa’ya ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalara aykırıdır. Lozan Antlaşması, azınlık haklarını düzenlerken, yalnızca gayrimüslim toplulukları azınlık olarak tanımış; Kürtleri veya başka etnik grupları bu kapsama almamıştır. Lozan’ı tartışmaya açmak, Türkiye’nin uluslararası alanda tanınmış sınırlarını ve egemenlik haklarını sorgulamak anlamına gelir ki, bu, hiçbir egemen devletin kabul edemeyeceği bir durumdur.
Anayasa Mahkemesi’nin geçmişte aldığı kararlar, örneğin HDP’ye yönelik kapatma davasında, devletin “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” aykırı eylemleri açıkça yasaklamaktadır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2021’de HDP hakkında hazırladığı iddianamede, partinin PKK ile organik bağları ve üniter yapıyı tehdit eden faaliyetleri nedeniyle kapatılmasının “meşru, orantılı ve zorunlu” olduğu vurgulanmıştır. DEM Partisi, HDP’nin mirasını devralan bir yapı olarak, benzer söylemlerle bu çizgiyi sürdürmekte; 2025’te bazı DEM’li vekillerin “yerel özerklik” ve “Kürtçe eğitim” taleplerini TBMM’de dile getirmesi, bu tartışmayı alevlendirmiştir.
Ayrıca, İçişleri Bakanlığı’nın 2007’de Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ı, Türkçe dışındaki dillerde belediye hizmetleri sunma girişimi nedeniyle görevden alması ve Danıştay’ın bu kararı “Anayasa’ya aykırı” bularak onaylaması, bu tür taleplerin hukuki sınırlarını çizmiştir.
Etik açıdan, bu taleplerin “insan hakları” veya “demokrasi” sosuyla sunulması, samimiyet tartışmalarını beraberinde getirir.
PKK, 37 binden fazla insanın ölümüne, 4 bin köyün tahrip edilmesine ve yüz binlerce kişinin göçüne neden olan bir terör örgütüdür.
Bu örgütün taleplerini “meşru” görmek, şiddeti ve terörü bir müzakere aracı olarak kabul etmek anlamına gelir ki, bu, evrensel etik ilkelerle bağdaşmaz.
Türkiye, Kürt vatandaşlarına demokrasinin nimetlerinden faydalanma imkânı sunarken—örneğin, Kürtçe yayın yapan TRT Kurdî’nin 2009’da kurulması, üniversitelerde Kürtçe derslerin okutulması—bu hakların istismarı, terör örgütünün propaganda aracı haline getirilmektedir.
DEM Partisi’nin, 2025’te bazı belediyelerde Kürtçe tabelalar ve hizmetler için ısrarcı olması, bu istismarın bir yansıması olarak görülebilir. İnsan hakları, evrensel bir değer olsa da, hiçbir ülke bu hakları, egemenliğini ve birliğini tehdit edecek şekilde yorumlanmasına izin vermez.
Siyasi ve teknik boyut, bu taleplerin pratikte uygulanabilirliğini sorgular. Yerel yönetimlere aşırı yetki, merkezi otoriteyi zayıflatır ve devletin güvenlik, vergi, adalet gibi temel işlevlerini sekteye uğratır.
Örneğin, KCK Sözleşmesi’nde görülen “Kürt etnisitesi” vurgusu ve bölge-şehir-köy düzenlemelerinin etnik temelde dizayn edilmesi, eşitlikçi bir toplum iddiasını çürütmekte, aksine etnik ayrımcılığı körüklemektedir. Hangi ülke, kendi sınırları içinde paralel bir ordu, vergi sistemi veya yasama organı kurulmasına göz yumar? İspanya’nın ETA, Fransa’nın Korsika ayrılıkçıları veya İngiltere’nin IRA ile mücadelesi, bu tür taleplerin evrensel olarak tehdit görüldüğünü gösterir.
Türkiye’nin üniter yapısı, coğrafi konumu ve jeopolitik riskleri düşünüldüğünde, bu tür bir iki başlılık, devletin varlığını ve yönetme kapasitesini sorgulatır.
Uluslararası boyutta, PKK’nın talepleri, bazı dış güçler tarafından desteklense de, hiçbir egemen devlet, başka bir ülkenin toprak bütünlüğünü bozacak talepleri açıkça savunamaz. Avrupa Birliği, PKK’yı 2002’de terör örgütü listesine almış; ABD ve birçok ülke de bu tanımı benimsemiştir.
Ancak, YPG gibi PKK bağlantılı yapıların Suriye’de “müttefik” olarak görülmesi, çelişkili bir tablo yaratmakta ve Türkiye’nin güvenlik endişelerini artırmaktadır. Lozan’ı tartışmaya açmak, yalnızca Türkiye’nin değil, Ortadoğu’daki diğer devletlerin de sınırlarını sorgulamaya yol açar; bu, Sykes-Picot’tan bu yana bölgenin istikrarsızlığını derinleştiren bir kaos reçetesidir.
Uluslararası hukuk, devletlerin egemenlik ve toprak bütünlüğü hakkını korur; BM Şartı’nın 2. maddesi, bu ilkeyi açıkça vurgular.
Son gelişmeler, PKK’nın tehdit dilini sürdürdüğünü göstermektedir. Murat Karayılan’ın 2025’te “tünel savaşı” ve “tim savaşı” gibi yöntemlerde ustalaştıklarını iddia etmesi, örgütün silahlı mücadeleden vazgeçmediğini ortaya koyar. Bu, “terörsüz Türkiye” hedefiyle çelişir ve devletin bu tehdide karşı mücadelesini meşru kılar.
Türkiye, zaten Kürt kökenli vatandaşlarının siyasi katılımına imkân tanıyor; DEM Partisi, HDP’nin devamı olarak Meclis’te temsil ediliyor, Kürtçe kültürel haklar tanınıyor.
Ancak, bu imkânların istismarı, terörle bağlantılı eylemler ve üniter yapıyı hedef alan talepler, devletin varlığını ve birliğini koruma refleksini tetikliyor.
DEM Partisi’nin 2025’te bazı belediyelerde “özerk yönetim” çağrıları ve Kürtçe’yi resmi işlerde kullanma girişimleri, bu gerilimi daha da artırmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk milleti, ulus devlet ve üniter yapısını tehdit eden hiçbir güce, kişiye veya gruba geçit vermez. Anayasa’nın ayarlarıyla oynamaya cüret edenler, hukuki, siyasi ve etik sınırları zorlamaktadır.
Atatürk’ün Lozan’la masaya yumruğunu vurarak kazandığı tam bağımsızlık, bugün de kırmızı çizgilerimizdir. Bu çizgileri pembeye boyamaya çalışanlar—PKK, DEM veya başka aktörler olsun—Türk milletinin balyoz gibi inen iradesiyle karşılaşır.
Türkiye, demokrasi ve insan haklarını korurken, birliğini ve varlığını tehdit eden hiçbir girişime müsamaha göstermeyecektir.
Bu, yalnızca Türkiye’nin değil, her egemen devletin en doğal hakkıdır.
Şükriye Akkoç / ENP
Yorumlar
Kalan Karakter: